Karamsarlığın Sosyolojisi
![]() |
Halil Ecer |
Karamsarlık, umudun tükendiği veya tükenme sancılarının
ortaya çıktığı zaman aralığına verilen lakaptır. Karamsarlığın birey ve toplum
üzerindeki etkileri, sonraki nesillerin “nasıl” ve “ne” olduğuna dair güçlü
emareler taşımaktadır. Bu bağlamda karamsarlığın toplumsallaştığı –bana göre-
iki dönemi ele almak istiyorum. Her iki Dünya Savaşının evveli düşünüldüğünde
birkaç alametifarika ortaya çıkarmak mümkündür. Birinci Dünya savaşından önceki
durum ele alındığında İmparatorluklar savaşının kokusu her yana yayılırken
savaş birliklerini oluşturan er ve erbaşların ruh halleri bilinmezlik ile kaplı
idi. Bu bilinmezlik hali devlet ölçeğinde değil bireysel algılayış ve
kavrayışta ortaya çıkmaktaydı. Tüm savaşlarda bireyin nesnelleşmesi/askerin
birey değil de nesne olarak ele alınması cephelerde gerçekleşmektedir. Savaş
gibi değer yitiminin gerçekleştiği durumlarda asker olmayanların içine girdiği
hal, tam anlamıyla karamsarlık halidir. Öte yandan İkinci Dünya Savaşına
bakıldığında birinciye nispeten toplumların nesneleşme eğiliminde olduğunu
görmekteyiz. 1930’ların belirsizliği ile başlayıp savaşın bitimine kadar geçen
sürede toplumlar ne yapıyordu sorusu sorulduğunda ulaşacağımız en net cevap karamsarlık
ve umutsuzluk üretiyorlardı olurdu. İtalya, İspanya ve Almanya’daki katı
totaliter tutumlar toplumun bir kesimini idareye dahil ederken öte berisinde
duranı ise yok etme veyahut umutsuzluğa hapsetme faaliyetlerin gerçekleştiği ülkeler
olarak karşımıza çıkmaktaydı. Dünyanın geri kalanında ise kitle iletişim
araçlarının el verdiği ölçüde bu yaşananlara kaygı içerisinde bir tavır
sergilemekle yetinmişlerdir.
Savaş veyahut toplumu derinden sarsan başka olaylar ele
alındığında istemsiz ve “zorunlu” olarak karamsarlık ve umutsuzluğa dem
vurmaktayız. Umutsuzluk ve karamsarlık sözcükleri sürekli beraber ve bazen de
aynı anlamda kullanılsa da biri mevcut zamanda çaresizliği öncelerken diğeri
geleceğe dair boş vermişlik ve çaresizliğe refere etmektedir. Bu yanıyla mevcut
ve geleceğin aynı anda kaygı teşkil ettiği dönemler savaş ve felaket anlarıdır.
Toplumların karamsarlığa sürüklendiği zamanlarda entelektüel çevrelerin esas
olarak odaklandığı iki durum ortaya çıkmıştır. İlki kapitalizmin hırçınlaşmaya
başladığı Karl Marks döneminde otoritelerin yeniden dizayn edilmesi fikrine
dayanırken ikincisi Durkheim gibi toplumsal yeniden inşanın toplum ağları ile
geliştirilmesi fikridir. Hem otoriteyi hem toplumu aynı anda dönüştürme fikrine
karşı çıkan “kendiliğindenlik” fikri ise Foucault’a ortaya çıkmaktadır. Tüm
durumlarda ortaya çıkan durum “karamsarlığın yönetilmesidir”. Bireyin geçmiş,
an ve gelecek arasındaki tüm serüvenini belirleyen umut ve karamsarlık
halleridir. Ya eyleme geçme ya da her şeyi boş verme üzerine yol almaktadır.
Fakat Friedrich Nietzsche gibi umut ile kavgalı olan düşünürlerde umut, kötülük
olarak ele alınmıştır. Stoacı’lara göre umut külfettir. Manasızdır. Korku ve
umut diyalektiğine dayanır. Öte yandan Nazilerin giriştiği kıyımlarda ise
karamsarlık lanetlenmiştir. “umut, umuttadır” sloganı geliştirilmiştir kapı
artlarında. İlk etapta çelişkiler ön plana çıkarken aslında olan şey ise, denge
mekanizmasının hem otoritede hem de toplumsal işleyişte halen canlılığını
koruduğuna yönelik güçlü emareler göstermektedir.
Ve nihayet 21.yy’ın haşin zamanlarında karamsarlık kavramını
ele alma fikri alevlenmektedir. Modernizm, belirsizlik fikrine karşı çıkarken
post-modernizm belirsizliği tekrardan alevlendirmektedir. Günümüz dünyasında
salgınlar, savaş ihtimalleri ve güçlenen totaliter rejimler bir savaş öncesi
iklimi yaratırken, belirsizliğin etkisi ile karamsarlık tekrardan
canlanmaktadır. Fakat bu karamsarlık hali yönetici elitlerin çevresinde değil
yönetilenlerin merkezi sistemlerinde gerçekleşmektedir. Karamsarlığın
birleştirici gücü etkisini yitirirken cephede söz konusu olan bireyin
nesneleşme hali toplumun şah damarlarında gerçekleşmektedir. Nesneleşen bireyin
“ne olacağım” sorusu tamamen yöneten elitin insafına ve merhametine
dayanmaktadır. Bu süreçlerde birey-toplum ikililiği anlamını yitirirken
nesneleşme, duyarsızlaşma, hissizleşme ve en nihayetinde toplumsal bilincin yok
oluşuna tanıklık etmekteyiz. Küresel bağlam anlamını yitirdi ve yerelleşti.
Küresel olan tükenirken beraberinde karamsarlığın yayılımını kolaylaştırdı.
Buradaki küresel anlamın değer yitimi küresel olanın yok olduğuna dair bir
yaklaşım değil. Bizzat küresel-büyük olanın algısal boyutta küçülmesi ve
neredeyse yok olduğu anlamını barındırmaktadır. Karamsarlığın yaratıcı boyutu
anlamını yitirip bireyselleşme yerine nesneleşme eğilimini artırdığını
görmekteyiz ve göreceğiz. Ve muhtemelen dünya savaşları sonrasında ortaya çıkan
iyimserlik hallerinden uzak bir noktada duracağız. İkinci dünya savaşının tüm
yıkıcılığı tarih sayfalarına nakşedilirken aynı zamanda daha kötüsü olamaz
düşüncesi hakimdi. Bu iyimserlik durumu refah devlet uygulamalarının zeminini
hazırladır. Günümüzde karamsarlığın nirvanaya ulaşması, içerisinde iyimserliğe
yer bırakmayacak gergin fay hatlarına sahip olacaktır. Bunu neye dayandırarak
söylüyoruz? Günümüz toplumsal eyleyişlerde hakim görüşün tersine aşinalığın,
sıradanlığın yok oluşuna tanık olmaktayız. Tıpkı İkinci Dünya Savaşından sonra
ortaya çıkan bir daha bu kadar kötü olmayacak yaklaşımı değerini yitirdi. Artık
yaşanan kötülükler ile beraber daha kötüsünün ne olacağı tahmin edilmeye
çalışılıyor.
Hiç yorum yok
Merhabalar