Bize Bir Mağara Çizin!
“Özel mülkiyete
var gücümüzle karşı çıkıyorken
evini sırtında taşıyıp kimseye koklatmayan kaplumbağaya çıt çıkaramıyorduk.”
evini sırtında taşıyıp kimseye koklatmayan kaplumbağaya çıt çıkaramıyorduk.”
Kendimi toplasam bir şiir etmediğim ama romanmışım gibi
tavır takındığım dönemlerdi. Radyoda istediğim türkü çalmıyor diye çıldırmanın
eşiğine geliyor, olur olmadık yerlerde dışlanıyordum. Haliyle içleniyordum tabi.
Yaşamın soylu yalanları karşısında içlenişime bırakın nedamet göstermeyi,
kendimi kahraman ilan ettiğim bile oluyordu. Bir keresinde istediğim türkü
çaldı diye sevinmişken iki söz arasında es verdi diye güzelim türküyü tek
seferde susturmuştum. Anlayacağınız devrim yapıyordum ama yarım devrim
yapıyordum. Kendimim kahramanı olsam da üstesinden gelemediğim bir şeyler vardı
hâlâ. Ama neydi? Türküyü bahane etmelerimin, saygısızlık edip Zeki Müren’i
susturmalarımın arkasında bir sebep vardı. Emindim. Muhtemelen son zamanlarda
sıkça duymaya başladığım ütopya ve distopya kıyaslamasıydı zihnimi yoran. Gerçek
yaşamla dip dibe cereyan eden distopyalar ve daha az tehdit eden ütopyaların şu
anda yaşanıyor olup olmadığı sorunsalı beni de gergin yurttaşlar seviyesine
yükseltmişti. Endişe, bu çağın taarruzu karşısında geliştirebildiğimiz birkaç
savunma mekanizmasından sadece bir tanesiydi. Diğerlerinden bir tanesi de
ideolojilerdi, fakat onlar kendi çaplarında tutarlı görünen, küresel çapta
tutucular yetiştirmekten başka bir işe yaramıyorlardı.
Az önceye kadar Saadettin Kaynak’ın bestesini mırıldanan
ama kişisel saygısızlığım sonucu susan Zeki Müren’i yeniden dinleyip birbiriyle
taban tabana zıt konular olan ütopyalar ve distopyaları düşünmeye koyuldum. “Benim yârim gelişinden bellidir” diyordu,
Zeki Müren.
Acaba
absürt yeni bir dünya da gelişinden belli olur muydu?
Haksızsam söylemeyin ama birçoğumuz yanlış Leylalara
Mecnun, Aslılara Kerem, Şirinlere Ferhat olmaktan bıkıp usanmadık. Neredeyse
bir kalp taşıdığımıza olan inancım da sönecek. Neyse ki bunca zihinsel
karmaşamı başlatan soruya geri dönüyorum ve iğne ucu kadar huzur ile Cehennemin
dibi kadar muamma arasındaki müzakereyi bularak başlıyorum: haysiyet ve adalet.
Bu iki kavram cevaplar için yetkin görünüyor fakat yaşamla absürt hayatlar
arasındaki müzakereyi bulmak için önce yaşantımıza sona ütopya-distopyalara
sonra yeniden yaşantımıza bakmamız gerekiyor. Bunu yapmak zorundayız çünkü
popüler kaygı heyulasından kurtulmak için sanatı sanal için değil, sanat için
yapmak zorundayız. Dilerseniz de toplum için… Benim tercihim acılarımı
yenilemekten yana olacak. Bu yüzden müziği başa sardım. Unutmamak gerekir ki
müzikle acı arasında yerçekiminin olduğu her yerde bir bağ vardır. Her müzik,
kendisini var eden duyguyla belirir zira mutluluk gibi kahır da bizi
birbirimize maşuk eden bağdır. Bu yüzden yaşam tarzlarından, ortak yaşamın
zehir zıkkım oluşundan söz açılmışken müziğin üstlendiği role de vurgu yapmak
gerekir. Bununla ilgili bir kıssa aktarıp bitireyim:
Rivayet odur ki İtalyan sanatçı Giovanna Marini, İtalya halk
şarkılarını derlemek için bir köye gitmiş. Köylülere “bir ağıt söyleyin” demiş,
“Birisi mi öldü?” cevabını almış. “Bir düğün havası söyleyin” demiş, bu kez de “Birisi
mi evlendi?” demişler. Eli boş dönmüş adamcağız. Döndükten sonra köylülerden
bir mail almış Marini ve müziğin aslında kendisini var edecek duygular olmadan
yemin billah ortaya çıkamayacağını ilan eden şu cümleleri okumuş:
“Birisi
öldü. Ağıt söylüyoruz. Acele gel.”
Yaşantımızın
nerelerde ütopya nerelerde distopya olduğunu söyleyebilmek için de olan bitene,
o söylemi var edecek emarelere bakmalı. Yani birisi ölmeli veya evlenmeli.
En kaba haliyle ütopya, olmayan, tasarlanan, kurgulanan
toplum tasarıları demektir. Öyle olması murat edilen yaşayış biçimidir. İnsanın
görür görmez “bırakın da yaşayalım” diyeceği fantastik mekânlardır. Tek tip,
standart ve muhafazakâr refleksler gösterebilen toplumları tasvir eder. Değişime
kapalı olmaları, tek bir tipi idealize etmelerini doğurduğundan bana kalırsa
yavan ve sıkıcı olmaktan kurtulamazlar. Distopyalardaki çoğul tanım, farklı
yaşam tipleri, baskı mekanizmaları, karşıtlıkları ütopyalarda görmek pek de mümkün
değil. Kabul, bütün yaşam tahayyülleri temelde ideal olanı kovalar fakat ütopyalardaki
talihsizlik onların bu kovalamaca sonunda kolayca çökmeleridir. “Zarafet yüzeysel bir şey değildir”
diyen Coelho’ya karşılık “bilgeler bile ihtilafa düşerler” demek geçiyor
içimden. Bilgeler bile ihtilafa önünde sonunda düşerler çünkü onları cezbeden
şey şöhret olmasa bile şan ve onurdur. Ütopyaları kolayca devre dışı bırakacak
şey ise onun sıradanlığı yeğlemesidir.
Buna
karşılık distopyalar uyarıcı olmalarından dolayı fazlasıyla dinamik toplum
tasavvurlarına girişir diyebiliriz. Ütopların anti-tezidir distopyalar. Otoritenin
kırıldığı tasavvurlardır. Her ne kadar ütopyalara nazaran daha fazla vasıf
taşısalar da bu vasıflar gerçek yaşama indirgendiğinde birçok bakımdan olumsuz
sonuçlar doğurur. Doğrunun bir şekilde kendi avuç içlerinde saklı olduğuna
kesinkes iman edenlerin diğer herkesi bolca yanılgı ile itham ettiği yaşam
standartları burada peyda olur. Hatta tutucu zihinler yetiştiren ideolojilere
bir de tebliğ edici misyonların yüklediği alan da yine distopik alanlardır. Herkesin
müstakim yolun kendi yolu olduğunu iddia ettiği ve o yola davetlerin zorla veya
ikna ile yapıldığı garip, absürt dünyadır distopyalar.
İki tarz dünya arasından hangisini yaşıyor olduğumuzun
tespit etme refleksi temelde hangi dünyada ölmeyi yeğlediğimizi ifşa eder. Bunu
kabullenmeliyiz çünkü kabulleniş, terk edişi kolaylaştıran tatmindir. Bu
dünyayı nasıl terk edeceğimizin önkoşulu neyi ne kadar kabul ettiğimizde
saklıdır. Olağan bir hayatın iki temel unsuru olan haysiyet ve adalet yine
kabullenmenin tatmin ediciliğiyle anlaşılır. Bunda insanın yaratılışının ve
verili yetilerinin payı vardır. En nihayetinde insanın duygu ve düşünceleri,
inanç ve reddedişleri kendisine doğuştan verilen değil, kendisinin sonradan edindiği
yetilerdir. Vehbî değil, kesbîdir. Ölüme olan itaat, inanç, bağlılık veya
mutlak korku da yine sonradan edindiklerimizdir. Hayata karşı duruş
şeklimizdir. Hal böyleyken hangi iki dünya arasında yaşadığımızı kurcalamak
hangi yaşamda öleceğimizi de tespit etme girişimiyle eşdeğerdir. Distopyalarda
yaşayan, distopik ölümlere meze olur.
Sizi bilmem ama ölürsem aklımın dünyada kalacağı kesin. Bilhassa
kitapların ve mezarların çok dışında geçen; ideolojik aygıtların tekelinde olan
ve bizleri egoizmin eline teslim eden yanlış enformasyon çağında rutin şekilde
ölmek özleyeceğim bir şey gibi duruyor. Hakikatin kimsenin umrunda olmadığı
toplumlarda, ölüm gibi bir hakikatin de tıpkı mezarlıklar gibi yavaş yavaş
kentlerimizden ve gündemimizden çıkmaları olağandır. Tekrar edeyim: ölürsem
aklım buralarda kalacak diye korkuyorum. Distopyalarda yaşamaktan korktuğum
kadar distopik bir ölümden de korkuyorum. Kalbimden daha telaşlıyım.
Telaşımın kendinden menkul bir tarafı olduğuna şüphem yok
fakat bu, aynı telaşın hepimizin doğum lekesi olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Ölüm, daha doğrusu adamakıllı bir ölüm, hepimizin merakla beklediği bir son. Herkesin
piyasa konumuyla değerlendirildiği bir çağda bedenen var olmanın pek de bir kıymeti
harbiyesi yok. Toplumun kontrol etme merakı bireyler üzerinde hissedilir
seviyelerde. Bu tarz bir yaşam standardı kendisine edebiyatta da yer bulmuş
durumda. Distopyaların dört kutsal kitabından sayılan Orwel’in 1984’ü ve Huxley’in
Cesur Yeni Dünya’sı, Zamyatin’in Biz’i ve Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ile
birlikte farklı tarihlerden aynı noktaya bakarak soruyu yanıtlama çalışmış:
Neler oluyor?
Bu soruyu en son sorduğumda kendimi boşluğa dalıp
giderken bulmuştum. Olana bitene dair bir çıkar yol aramaya başladığımda çıldırmanın
eşiğine gelmiş, bu kez kapatacak bir türkü de bulmadığım için kendi iç sesimi
kesmiştim. Hayal kırıklığının dayanılmaz ağırlığına benzeyen o tuhaf içgüdüyle
kendimi kapıldığım girdaptan çıkarırken bir karara daha varmıştım. “Gidecek
onca yeri varken,” demiştim, “insan önünde sonunda kendisinden gidiveriyor.” Bıçağın
parmaklara temasındaki ince sızı gibiydi kendimi susturmam. Tahammül edemeyişin
kendime yönelik olmasında benim dışımda olup bitenlerin payının olması canımı
sıkıyordu. Yine de susmalıydım. Kahrolsunlar, bu da gelip geçer deyişler de hep
bana. Delirmenin eşiğine gelmişken delirmenin zevkini tadamadan dünya
tarafından ikaz edilmiştim. Tıpkı aramızda tertemiz şekilde delirmeyi hak
ettiği halde çağın telaşına yenilip akıllı kalmaya zorlanan milyonlarca insan
gibi. Çünkü bu çağ, siz delirirken bile kendi onayından geçmenizi isteyen bir
çağ. Düşünüyorum da, delirmek Ortaçağda, karanlık diye yaftaladığımız o çağda
bir imtiyazdı. Delirmek değil iktidarların, Tanrıların bile müdahale
edemeyeceği bir güç haline getirirdi delileri. İnanılan şey buydu. Oysa şimdi,
ortası olmayan bu çağda delirme hakkı resmi kurumların yetkilendirdiği
kliniklerin ellerinde. Yani bir hakikat daha bir başkalarının avuç içinde sıkı
sıkıya saklı. Distopyalar tuhaftır.
Tuhaflık yalnızca delirmekle de sınırlı değil. Haber
bantlarında son dakika olarak verilen ve maksatları bizi ekrana kilitlemek olan
cümlelere dikkat edin. Ortada yaşanmış bir olay vardır ve bu olayın toplumu
ilgilendirdiği kadarını yalın, net ve sebep-sonuçlu şekilde bilmek isteriz.
Bilme istenci ile toplumsal bir refleks geliştirip yaşama arzumuzu haysiyet ve
adalet üzerine sürdürmek isteriz bir nevi. Bilmenin ardındaki sonsuz
sebeplerimizden bir tanesidir bu. Bilmek isteriz, çünkü aynı yaşama arzumuzun
etrafında kümelenmiş milyonlarca insan olarak yazılı veya yazısız toplum
sözleşmeleriyle kurulan topraklarımızda neler olduğuna dair yeterli veri stokuna
ihtiyacımız var. Bilmek isteriz, çünkü gördüklerimizin temelinde inancın
olacağını, bunun da önünde sonunda hoşnutsuzluk, yakarış, ağıt, mutluluk, memnuniyet
veya isyanla dirsek temasında olacağından eminiz. Tarih bizlere sıkça iki
kavramı telkin etti çünkü: tehdit ve umut. İşte şimdi haber bantlarında yazılan
durum özetlerini okurken tehdit edici veya umut verici durumları olduğu gibi
bilmek arzusundayız. Ancak distopyaların göbeğindeki bir toplumda medyanın dili
çarpıtarak gerçeklere yeni anlamlar yüklenmesi meşhurdur. Bir kesimin bir başka
kesime karşı nefret tohumları ekebilmesinin yolu kelimelere yeni kıyafetler giydirilmekte
aranır. Bilhassa halkın hazırda birikmiş nefretinin bir hedefe yönlendirilmesi maksadı
distopik toplumun belirgin tarzıdır. Distopyalar uyuşturur.
Düşüncelerin denetlenmesi, yönlendirilmesi, “yanlış
düşünüyorsun, böyle inanmalısın” denildiği veya bu minvalde baskılar
uygulandığı yerlerde söylediklerimin aklınıza gelmesini beklerim. On, on beş
senelik periyotlarla türlü melanetlere gebe kalabilen bu ülkede maalesef bir
kesimin ötekine kin ve nefretle bakması çok da nadir bulunan bir durum olamadı.
Bu durumun köklerinde öyle zannediyorum ki bahsettiğim tutucu insan kuluçkaları
olan ideolojilerin de payı vardır. Yanılıyor olabilir miyim? Belki de. Fakat insana
yönelik her hamlenin mutlaka onun aklına ve kalbine hitap etmesi gerektiğine fazlasıyla
inanıyorum. Hatta belki de vicdanına. İnsanı var eden başka bir temel boyut
daha varsa, ona da hitap etmeli fakat şimdilik eşref olan mahlukun akıl, kalp
ve vicdanına isabet etmeyen her bir ok, yaralamaktan öteye gidemez. Her bir
hamle, insanın önce canına, sonra ırzına ve malına, -abartmıyorum aklını bile
korumaya yönelik olmalıdır. Olmazsa, üç boyutlu olan mahluk eşref olmaktan
sıyrılır ve tek boyutlu olmaya mecbur kalır. Tek boyut, tek düşünce, tek
savunuculuk, tek nefret, tek ideal... Bir başka boyut, düşünce, savunuculuk,
nefret ve idealin varlığına duyulan kesin öfke… Aklın örtük, mantığın tutuk ve
dilin safsatarlarla dolduğu yeni bir boyut. Distopyalar tek boyutludur.
Dilin maksatlı kullanımı demiştim. Dikkat edin, haber
bantlarındaki birçok cümle, ulusal olayların yerele indirgendiği, farklı bakış
açılarıyla irdelenmesi gerektiği gibi insanın canı, ırzı, malı ve aklını
korumaya yönelik tehdit veya umut nüveli olacağı yerde öylesine güzel
manipülasyonlar, dil oyunları, kelime eksiklikleri yaparak verilir ki anlık ve tek
boyutlu düşünmemize sebep olur. Anlık düşünme… Kısa süreli duygular… Hızlı ve
sindirilmesine müsaade edilmeyen bilgiler… Distopyalar enformatik obezite
yerleridir.
Distopik toplumlar, enformanyak insan kuluçkalalarıdır.
Bunca tanımlamanın bir yerden sonra hakarete vardığını düşünebilirsiniz.
Veya abarttığımı da düşünebilirsiniz. Fakat olana bitene baktığımızda disipline
edilen toplum modellerinden kontrol edilen toplum modellerine doğru bir kayış
içerisinde değil miyiz? Her şeyi bilme istenci küresel bir arenaya sıçramadı
mı? Daha da çarpıcı bir soru sorayım: bilgiye erişimin oldukça kolay olduğu şu
çağda, bilgiye erişme isteğimizdeki cılızlığın farkında değil miyiz? Elbette
abarttığımı veya fazlaca gaddar davrandığımı iddia edebilirsiniz. Yine de
distopyalara karşı düşmanca bir tavır içerisine girmek yerine yaşantımızın
nerelerde distopik özellikler gösterdiğini irdelemenin peşinde olduğumu ilan
etmeliyim. Yani en başında da söylediğim gibi, hangi dünyada öleceğimi
kestirmeye çalışıyorum. Bildiğimiz dünyanın sonunun gelmiş olduğunu tarih
bilgisinin bize verdiği yetkiye dayanarak iddia ve ispat edebildiğimize göre
absürt bir dünyada olup olmadığımızı düşünmek zorundayız. Distopyalar,
gelişinden bellidir.[i]
İnsanın akıl, his ve vicdan yetilerinden söz etmiştim.
Düşününce, bir şeyi daha söylemekte yarar var. Her arayışın, sorunun, cevabın
nihayetinde insanı tatmin etme maksatlı olduğunu söylerken doyum noktalarına
dem vurmaya çalışmıştım ve şimdi ekliyorum: doyum araçlarımızın kendisinde de
bir buharlaşma var. Kendimizi var etme metotlarımızı, araçlarımızı, yöntem ve
bakış açılarımızı hızlıca gözden geçirince birçoğumuzun aklına sosyal medya,
antidepresanlar, estetik merakı, lüks ikonlar gelmiyor mu? Daha da
sayılabilir. Doyum ve haz noktasının buharlaştığı noktada korkarak söylüyorum
ki türlü tiranlıklar yükselir. Bir başka metnimde dinselin bir şekilde
çözülmesinden söz etmiştim. Tepki çekmemiş miydim? Elbette çekmiştim fakat manevi
doyum araçlarımızın çözülmeye başladığını, kişisel Tanrılar edindiğimizi ve
kendi inanç kaidelerimizi tayin etme cüretini gösterdiğimizi söylemek
zorundayım. Bu, manevi doyum ve haz araçlarımızın buharlaşmasıdır. Birçoğumuz
için kişisel sırat-ı müstakimler belirmiş durumda ve üç boyutlu oluşumuzu
aşındıracak menzillere ulaştıran çözülmeler bunlar. İlla ki bir manevi doyum
aracına sarılmak zorunda değiliz, maksadım bu hiç değil, fakat kendimizi var
ettiğimiz araçlarımız bir haz, doyum noktasına ulaştırdığı ölçüde işlevseldi.
Şimdilerde ağzımızın koyu boşluğundan içeriye savurduğumuz antidepresanlardan
medet umarak ertelenen bir yüzleşmeyi sürdürüyoruz. En kısa zamanda manen
oluşturduğumuz boşluğu ve soylu yalanlarla beslediğimiz ontolojik sıkıntımızla
burun buruna geleceğiz. O vakit bilmem kaç mg Apranax da fayda vermeyecek.
Bir başka örnek vereyim. Okuduğum bir kitapta geçen ve
düşününce haz ve doyum noktalarının aşındırılmasıyla tiranlığın nasıl da
oluştuğuna örnek olabilecek bir yaşanmışlık. Filipinler’in önceki devlet
başkanı olan Ferdinand Marcos, uzun ve kanlı bir sürecin sonunda alaşağı
edildiğinde Marcos’un sarayını basan öfkeli kalabalıklar Marcos’un eşi Imelda
Marcos’un dolabında beş yüz çift ayakkabı buldular. Dönemin devlet başkanıyla
yolsuzlukları ortaklaşa işlediğine inanılan Imelda Marcos’un yüzlerce çift
ayakkabı satın alması onun “ayakkabı giymek” maksadıyla alışveriş yaptığı
ihtimalini düşürüyordu. Muhtemelen, hatta eminim ki başlangıçta giymek amacıyla
alınan ayakkabılardan elde edilen haz ve doyum noktası bir başka ayakkabı
modeli görülene kadar sürüyor ve bir süre sonra saplantılı bir meta meraklısına
çeviriyordu Imelda Marcos’u. Tam da bu yüzden bir noktadan sonra manevi doyum
noktalarının buharlaşması insanı tiranlığa götürmekte ve doyum noktasının
skalasını muğlaklaştırmaktadır. Walter Benjamin’den referansla, bu tarz bir
doyum noktası kaybının özünde mal fetişizmi yatar diyebilirim. Distopyalar, mal
fetişizminin mabetleridir.
Varlığımızı soylu yalanlarla sürdürmenin farklı yolları
da var pek tabi: Olduğumuzdan farklı görünme merakı, buna yönelik tiranca
girişimler, harcamalar, söylemler ve sosyal kimlikler icat etme… Şöyle bir
çevrenize, haber bantlarına bakın kaç vatandaşımız “ya benimsin ya toprağın!”
safsatasına kurban ediliyor. Dediklerimi hatırlayın, doyum noktası
kaybolduğunda karşınızdakini de Imelda’nın ayakkabılarına olan saplantısı gibi
bir duruma sokabilirsiniz: “Ya benimsin ya toğrağın! Üçüncü bir ihtimal yok!”
Bu bakış açısı, karşısındaki insanın bir meta gibi
kullanabilme yetisini kendisine tanıyan bir tiranın bakış açısıdır.
Distopyalar, tiranlar yetiştirir.
Son olarak, distopik toplumların özünde dile yepyeni
anlamlar tayin etme üzerine bir metinde denk geldiğim örneği de sunmak
istiyorum. Yeni bir söylem yaratma merakı, kavramların içleri boşaltılmış
ortamlarda rahatlıkla yeltenebilecek bir iştir. Moda kelimeler, akımlar, sözcük
öbekleri ve ifade biçimleri yine distopik toplumların kontrol mekanizmasını
tıkırında ilerleten emarelerdir. “Emoji” üzerinden duygusal refleksler iletme, “random
gülme” gibi akla gelen ilk örnekler yeni bir söylemin kendisini yansıtır. Eğer
size bir mesaj geliyor ve mesaj metninde iki nokta üst üste, yanında bir tane
de sağ parantez varsa [J] bu muhattabınızın tebessüm ettiğini,
sırıttığını anlatır. Yok eğer mesaj metninde iki nokta üst üste, yanında iki
tane sağ parantez varsa [J)] bu da muhattabın bir tık daha fazla
güldüğünü, haz alma noktasının hafifçe arttığını anlatır. Emoji dili zengindir
ve sıralandığında metni hayli hacimli hale sokacağından birkaç örnekle yetinmek
iyi olur. Bir arkadaşımın bana karşı tavır takındığını ve aslında onu kırdığımızı
anlatma yolu oldukça basitti: cümle sonuna bir boşluk ve bir tane de nokta
bırakmak. Evrensel olarak bir çeşit tavır belirtisiydi fakat o an öğrenmek
nasip olmuştu. Şimdi kaosa mütevazice katkıda bulunmayı deneyip acaba şaşkınlığımın
konuyu kavrayışımla birleştiğini ifade eden yeni bir emoji tasarlayabilir miyim
diye düşünüyorum. Sanırım uygun olan ifade şu:
Hem hayret ediyor (ünlemle) hem de meseleye vakıf
olduğunu, içinizin rahat etmesi gerektiğini belirtiyor [;)] ile. Neden olmasın
ki?
Distopyaların göbeğinde yaşadığımızı birkaç dar örnekle
sıraladığımıza göre kendimize bir mağara çizmemiz gerekiyor. İğne ucu kadar
huzur arayışı ile Cehennemin dibi kadar muamma arasındaki müzakere olan
haysiyet ve adaleti elde etmek için dsitopyaların göbeğinde insan kalabilmek
gerekiyor. Kabullenişin hafifliğine yaslanmalıyız.
İnanç ve ideoloji arasındaki ince ayrımı keşfetmeliyiz
mesela. Böylece doyum ve haz noktalarımızı belirleyip rasyonel denekler
statüsünden eşrefi mahlukat statüsüne gelebiliriz. Tiran olmayız en azından. Ya
da bilgiye kayıtsız kalmamalı, insanın sonradan edindiği deneyimlerle yaşamını anlamlı
kılacağını unutmamalıyız. Böylece yaşamın dünyada ölümle son bulan fakat
hayatın sonsuzluğunu idrak edebiliriz. Bu da bizlere yaşamı anlamlı kılanın layık
bir ölüm olduğunu hatırlatır. Yeni söylemler yerine doğru söylemleri tespit
etmeliyiz. Dilimizin yetkinliği ile insanlığın yetkinliği arasında fark
olmayacağını kavrayabiliriz böylece. Ve her ne yapacaksak yapalım, insanı merkeze
alarak, onun yaşam, ırz, mal ve düşünce hakkını önemseyerek yapmalıyız. Böylece
aklı selim kalmak gibi delirmenin de bir hak, bir imtiyaz olduğunu idrak
edebiliriz. Çünkü absürt yeni bir dünya, gelişinden bellidir.
O halde bize bir mağara çizin!
👏👏
YanıtlaSil❤
YanıtlaSil