Bize Bir Mağara Çizin!


“Özel mülkiyete var gücümüzle karşı çıkıyorken
evini sırtında taşıyıp kimseye koklatmayan kaplumbağaya çıt çıkaramıyorduk.”

Hüseyin Hakan



            Kendimi toplasam bir şiir etmediğim ama romanmışım gibi tavır takındığım dönemlerdi. Radyoda istediğim türkü çalmıyor diye çıldırmanın eşiğine geliyor, olur olmadık yerlerde dışlanıyordum. Haliyle içleniyordum tabi. Yaşamın soylu yalanları karşısında içlenişime bırakın nedamet göstermeyi, kendimi kahraman ilan ettiğim bile oluyordu. Bir keresinde istediğim türkü çaldı diye sevinmişken iki söz arasında es verdi diye güzelim türküyü tek seferde susturmuştum. Anlayacağınız devrim yapıyordum ama yarım devrim yapıyordum. Kendimim kahramanı olsam da üstesinden gelemediğim bir şeyler vardı hâlâ. Ama neydi? Türküyü bahane etmelerimin, saygısızlık edip Zeki Müren’i susturmalarımın arkasında bir sebep vardı. Emindim. Muhtemelen son zamanlarda sıkça duymaya başladığım ütopya ve distopya kıyaslamasıydı zihnimi yoran. Gerçek yaşamla dip dibe cereyan eden distopyalar ve daha az tehdit eden ütopyaların şu anda yaşanıyor olup olmadığı sorunsalı beni de gergin yurttaşlar seviyesine yükseltmişti. Endişe, bu çağın taarruzu karşısında geliştirebildiğimiz birkaç savunma mekanizmasından sadece bir tanesiydi. Diğerlerinden bir tanesi de ideolojilerdi, fakat onlar kendi çaplarında tutarlı görünen, küresel çapta tutucular yetiştirmekten başka bir işe yaramıyorlardı.

            Az önceye kadar Saadettin Kaynak’ın bestesini mırıldanan ama kişisel saygısızlığım sonucu susan Zeki Müren’i yeniden dinleyip birbiriyle taban tabana zıt konular olan ütopyalar ve distopyaları düşünmeye koyuldum. “Benim yârim gelişinden bellidir” diyordu, Zeki Müren.

Acaba absürt yeni bir dünya da gelişinden belli olur muydu?

            Haksızsam söylemeyin ama birçoğumuz yanlış Leylalara Mecnun, Aslılara Kerem, Şirinlere Ferhat olmaktan bıkıp usanmadık. Neredeyse bir kalp taşıdığımıza olan inancım da sönecek. Neyse ki bunca zihinsel karmaşamı başlatan soruya geri dönüyorum ve iğne ucu kadar huzur ile Cehennemin dibi kadar muamma arasındaki müzakereyi bularak başlıyorum: haysiyet ve adalet. Bu iki kavram cevaplar için yetkin görünüyor fakat yaşamla absürt hayatlar arasındaki müzakereyi bulmak için önce yaşantımıza sona ütopya-distopyalara sonra yeniden yaşantımıza bakmamız gerekiyor. Bunu yapmak zorundayız çünkü popüler kaygı heyulasından kurtulmak için sanatı sanal için değil, sanat için yapmak zorundayız. Dilerseniz de toplum için… Benim tercihim acılarımı yenilemekten yana olacak. Bu yüzden müziği başa sardım. Unutmamak gerekir ki müzikle acı arasında yerçekiminin olduğu her yerde bir bağ vardır. Her müzik, kendisini var eden duyguyla belirir zira mutluluk gibi kahır da bizi birbirimize maşuk eden bağdır. Bu yüzden yaşam tarzlarından, ortak yaşamın zehir zıkkım oluşundan söz açılmışken müziğin üstlendiği role de vurgu yapmak gerekir. Bununla ilgili bir kıssa aktarıp bitireyim:
            Rivayet odur ki İtalyan sanatçı Giovanna Marini, İtalya halk şarkılarını derlemek için bir köye gitmiş. Köylülere “bir ağıt söyleyin” demiş, “Birisi mi öldü?” cevabını almış. “Bir düğün havası söyleyin” demiş, bu kez de “Birisi mi evlendi?” demişler. Eli boş dönmüş adamcağız. Döndükten sonra köylülerden bir mail almış Marini ve müziğin aslında kendisini var edecek duygular olmadan yemin billah ortaya çıkamayacağını ilan eden şu cümleleri okumuş:
“Birisi öldü. Ağıt söylüyoruz. Acele gel.”

            Yaşantımızın nerelerde ütopya nerelerde distopya olduğunu söyleyebilmek için de olan bitene, o söylemi var edecek emarelere bakmalı. Yani birisi ölmeli veya evlenmeli.

            En kaba haliyle ütopya, olmayan, tasarlanan, kurgulanan toplum tasarıları demektir. Öyle olması murat edilen yaşayış biçimidir. İnsanın görür görmez “bırakın da yaşayalım” diyeceği fantastik mekânlardır. Tek tip, standart ve muhafazakâr refleksler gösterebilen toplumları tasvir eder. Değişime kapalı olmaları, tek bir tipi idealize etmelerini doğurduğundan bana kalırsa yavan ve sıkıcı olmaktan kurtulamazlar. Distopyalardaki çoğul tanım, farklı yaşam tipleri, baskı mekanizmaları, karşıtlıkları ütopyalarda görmek pek de mümkün değil. Kabul, bütün yaşam tahayyülleri temelde ideal olanı kovalar fakat ütopyalardaki talihsizlik onların bu kovalamaca sonunda kolayca çökmeleridir. “Zarafet yüzeysel bir şey değildir” diyen Coelho’ya karşılık “bilgeler bile ihtilafa düşerler” demek geçiyor içimden. Bilgeler bile ihtilafa önünde sonunda düşerler çünkü onları cezbeden şey şöhret olmasa bile şan ve onurdur. Ütopyaları kolayca devre dışı bırakacak şey ise onun sıradanlığı yeğlemesidir.

Buna karşılık distopyalar uyarıcı olmalarından dolayı fazlasıyla dinamik toplum tasavvurlarına girişir diyebiliriz. Ütopların anti-tezidir distopyalar. Otoritenin kırıldığı tasavvurlardır. Her ne kadar ütopyalara nazaran daha fazla vasıf taşısalar da bu vasıflar gerçek yaşama indirgendiğinde birçok bakımdan olumsuz sonuçlar doğurur. Doğrunun bir şekilde kendi avuç içlerinde saklı olduğuna kesinkes iman edenlerin diğer herkesi bolca yanılgı ile itham ettiği yaşam standartları burada peyda olur. Hatta tutucu zihinler yetiştiren ideolojilere bir de tebliğ edici misyonların yüklediği alan da yine distopik alanlardır. Herkesin müstakim yolun kendi yolu olduğunu iddia ettiği ve o yola davetlerin zorla veya ikna ile yapıldığı garip, absürt dünyadır distopyalar.

            İki tarz dünya arasından hangisini yaşıyor olduğumuzun tespit etme refleksi temelde hangi dünyada ölmeyi yeğlediğimizi ifşa eder. Bunu kabullenmeliyiz çünkü kabulleniş, terk edişi kolaylaştıran tatmindir. Bu dünyayı nasıl terk edeceğimizin önkoşulu neyi ne kadar kabul ettiğimizde saklıdır. Olağan bir hayatın iki temel unsuru olan haysiyet ve adalet yine kabullenmenin tatmin ediciliğiyle anlaşılır. Bunda insanın yaratılışının ve verili yetilerinin payı vardır. En nihayetinde insanın duygu ve düşünceleri, inanç ve reddedişleri kendisine doğuştan verilen değil, kendisinin sonradan edindiği yetilerdir. Vehbî değil, kesbîdir. Ölüme olan itaat, inanç, bağlılık veya mutlak korku da yine sonradan edindiklerimizdir. Hayata karşı duruş şeklimizdir. Hal böyleyken hangi iki dünya arasında yaşadığımızı kurcalamak hangi yaşamda öleceğimizi de tespit etme girişimiyle eşdeğerdir. Distopyalarda yaşayan, distopik ölümlere meze olur.
            Sizi bilmem ama ölürsem aklımın dünyada kalacağı kesin. Bilhassa kitapların ve mezarların çok dışında geçen; ideolojik aygıtların tekelinde olan ve bizleri egoizmin eline teslim eden yanlış enformasyon çağında rutin şekilde ölmek özleyeceğim bir şey gibi duruyor. Hakikatin kimsenin umrunda olmadığı toplumlarda, ölüm gibi bir hakikatin de tıpkı mezarlıklar gibi yavaş yavaş kentlerimizden ve gündemimizden çıkmaları olağandır. Tekrar edeyim: ölürsem aklım buralarda kalacak diye korkuyorum. Distopyalarda yaşamaktan korktuğum kadar distopik bir ölümden de korkuyorum. Kalbimden daha telaşlıyım.

            Telaşımın kendinden menkul bir tarafı olduğuna şüphem yok fakat bu, aynı telaşın hepimizin doğum lekesi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ölüm, daha doğrusu adamakıllı bir ölüm, hepimizin merakla beklediği bir son. Herkesin piyasa konumuyla değerlendirildiği bir çağda bedenen var olmanın pek de bir kıymeti harbiyesi yok. Toplumun kontrol etme merakı bireyler üzerinde hissedilir seviyelerde. Bu tarz bir yaşam standardı kendisine edebiyatta da yer bulmuş durumda. Distopyaların dört kutsal kitabından sayılan Orwel’in 1984’ü ve Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, Zamyatin’in Biz’i ve Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ile birlikte farklı tarihlerden aynı noktaya bakarak soruyu yanıtlama çalışmış: Neler oluyor?

            Bu soruyu en son sorduğumda kendimi boşluğa dalıp giderken bulmuştum. Olana bitene dair bir çıkar yol aramaya başladığımda çıldırmanın eşiğine gelmiş, bu kez kapatacak bir türkü de bulmadığım için kendi iç sesimi kesmiştim. Hayal kırıklığının dayanılmaz ağırlığına benzeyen o tuhaf içgüdüyle kendimi kapıldığım girdaptan çıkarırken bir karara daha varmıştım. “Gidecek onca yeri varken,” demiştim, “insan önünde sonunda kendisinden gidiveriyor.” Bıçağın parmaklara temasındaki ince sızı gibiydi kendimi susturmam. Tahammül edemeyişin kendime yönelik olmasında benim dışımda olup bitenlerin payının olması canımı sıkıyordu. Yine de susmalıydım. Kahrolsunlar, bu da gelip geçer deyişler de hep bana. Delirmenin eşiğine gelmişken delirmenin zevkini tadamadan dünya tarafından ikaz edilmiştim. Tıpkı aramızda tertemiz şekilde delirmeyi hak ettiği halde çağın telaşına yenilip akıllı kalmaya zorlanan milyonlarca insan gibi. Çünkü bu çağ, siz delirirken bile kendi onayından geçmenizi isteyen bir çağ. Düşünüyorum da, delirmek Ortaçağda, karanlık diye yaftaladığımız o çağda bir imtiyazdı. Delirmek değil iktidarların, Tanrıların bile müdahale edemeyeceği bir güç haline getirirdi delileri. İnanılan şey buydu. Oysa şimdi, ortası olmayan bu çağda delirme hakkı resmi kurumların yetkilendirdiği kliniklerin ellerinde. Yani bir hakikat daha bir başkalarının avuç içinde sıkı sıkıya saklı. Distopyalar tuhaftır.

            Tuhaflık yalnızca delirmekle de sınırlı değil. Haber bantlarında son dakika olarak verilen ve maksatları bizi ekrana kilitlemek olan cümlelere dikkat edin. Ortada yaşanmış bir olay vardır ve bu olayın toplumu ilgilendirdiği kadarını yalın, net ve sebep-sonuçlu şekilde bilmek isteriz. Bilme istenci ile toplumsal bir refleks geliştirip yaşama arzumuzu haysiyet ve adalet üzerine sürdürmek isteriz bir nevi. Bilmenin ardındaki sonsuz sebeplerimizden bir tanesidir bu. Bilmek isteriz, çünkü aynı yaşama arzumuzun etrafında kümelenmiş milyonlarca insan olarak yazılı veya yazısız toplum sözleşmeleriyle kurulan topraklarımızda neler olduğuna dair yeterli veri stokuna ihtiyacımız var. Bilmek isteriz, çünkü gördüklerimizin temelinde inancın olacağını, bunun da önünde sonunda hoşnutsuzluk, yakarış, ağıt, mutluluk, memnuniyet veya isyanla dirsek temasında olacağından eminiz. Tarih bizlere sıkça iki kavramı telkin etti çünkü: tehdit ve umut. İşte şimdi haber bantlarında yazılan durum özetlerini okurken tehdit edici veya umut verici durumları olduğu gibi bilmek arzusundayız. Ancak distopyaların göbeğindeki bir toplumda medyanın dili çarpıtarak gerçeklere yeni anlamlar yüklenmesi meşhurdur. Bir kesimin bir başka kesime karşı nefret tohumları ekebilmesinin yolu kelimelere yeni kıyafetler giydirilmekte aranır. Bilhassa halkın hazırda birikmiş nefretinin bir hedefe yönlendirilmesi maksadı distopik toplumun belirgin tarzıdır. Distopyalar uyuşturur.

            Düşüncelerin denetlenmesi, yönlendirilmesi, “yanlış düşünüyorsun, böyle inanmalısın” denildiği veya bu minvalde baskılar uygulandığı yerlerde söylediklerimin aklınıza gelmesini beklerim. On, on beş senelik periyotlarla türlü melanetlere gebe kalabilen bu ülkede maalesef bir kesimin ötekine kin ve nefretle bakması çok da nadir bulunan bir durum olamadı. Bu durumun köklerinde öyle zannediyorum ki bahsettiğim tutucu insan kuluçkaları olan ideolojilerin de payı vardır. Yanılıyor olabilir miyim? Belki de. Fakat insana yönelik her hamlenin mutlaka onun aklına ve kalbine hitap etmesi gerektiğine fazlasıyla inanıyorum. Hatta belki de vicdanına. İnsanı var eden başka bir temel boyut daha varsa, ona da hitap etmeli fakat şimdilik eşref olan mahlukun akıl, kalp ve vicdanına isabet etmeyen her bir ok, yaralamaktan öteye gidemez. Her bir hamle, insanın önce canına, sonra ırzına ve malına, -abartmıyorum aklını bile korumaya yönelik olmalıdır. Olmazsa, üç boyutlu olan mahluk eşref olmaktan sıyrılır ve tek boyutlu olmaya mecbur kalır. Tek boyut, tek düşünce, tek savunuculuk, tek nefret, tek ideal... Bir başka boyut, düşünce, savunuculuk, nefret ve idealin varlığına duyulan kesin öfke… Aklın örtük, mantığın tutuk ve dilin safsatarlarla dolduğu yeni bir boyut. Distopyalar tek boyutludur.

            Dilin maksatlı kullanımı demiştim. Dikkat edin, haber bantlarındaki birçok cümle, ulusal olayların yerele indirgendiği, farklı bakış açılarıyla irdelenmesi gerektiği gibi insanın canı, ırzı, malı ve aklını korumaya yönelik tehdit veya umut nüveli olacağı yerde öylesine güzel manipülasyonlar, dil oyunları, kelime eksiklikleri yaparak verilir ki anlık ve tek boyutlu düşünmemize sebep olur. Anlık düşünme… Kısa süreli duygular… Hızlı ve sindirilmesine müsaade edilmeyen bilgiler… Distopyalar enformatik obezite yerleridir.

            Distopik toplumlar, enformanyak insan kuluçkalalarıdır.

            Bunca tanımlamanın bir yerden sonra hakarete vardığını düşünebilirsiniz. Veya abarttığımı da düşünebilirsiniz. Fakat olana bitene baktığımızda disipline edilen toplum modellerinden kontrol edilen toplum modellerine doğru bir kayış içerisinde değil miyiz? Her şeyi bilme istenci küresel bir arenaya sıçramadı mı? Daha da çarpıcı bir soru sorayım: bilgiye erişimin oldukça kolay olduğu şu çağda, bilgiye erişme isteğimizdeki cılızlığın farkında değil miyiz? Elbette abarttığımı veya fazlaca gaddar davrandığımı iddia edebilirsiniz. Yine de distopyalara karşı düşmanca bir tavır içerisine girmek yerine yaşantımızın nerelerde distopik özellikler gösterdiğini irdelemenin peşinde olduğumu ilan etmeliyim. Yani en başında da söylediğim gibi, hangi dünyada öleceğimi kestirmeye çalışıyorum. Bildiğimiz dünyanın sonunun gelmiş olduğunu tarih bilgisinin bize verdiği yetkiye dayanarak iddia ve ispat edebildiğimize göre absürt bir dünyada olup olmadığımızı düşünmek zorundayız. Distopyalar, gelişinden bellidir.[i]

            İnsanın akıl, his ve vicdan yetilerinden söz etmiştim. Düşününce, bir şeyi daha söylemekte yarar var. Her arayışın, sorunun, cevabın nihayetinde insanı tatmin etme maksatlı olduğunu söylerken doyum noktalarına dem vurmaya çalışmıştım ve şimdi ekliyorum: doyum araçlarımızın kendisinde de bir buharlaşma var. Kendimizi var etme metotlarımızı, araçlarımızı, yöntem ve bakış açılarımızı hızlıca gözden geçirince birçoğumuzun aklına sosyal medya, antidepresanlar, estetik merakı, lüks ikonlar gelmiyor mu? Daha da sayılabilir. Doyum ve haz noktasının buharlaştığı noktada korkarak söylüyorum ki türlü tiranlıklar yükselir. Bir başka metnimde dinselin bir şekilde çözülmesinden söz etmiştim. Tepki çekmemiş miydim? Elbette çekmiştim fakat manevi doyum araçlarımızın çözülmeye başladığını, kişisel Tanrılar edindiğimizi ve kendi inanç kaidelerimizi tayin etme cüretini gösterdiğimizi söylemek zorundayım. Bu, manevi doyum ve haz araçlarımızın buharlaşmasıdır. Birçoğumuz için kişisel sırat-ı müstakimler belirmiş durumda ve üç boyutlu oluşumuzu aşındıracak menzillere ulaştıran çözülmeler bunlar. İlla ki bir manevi doyum aracına sarılmak zorunda değiliz, maksadım bu hiç değil, fakat kendimizi var ettiğimiz araçlarımız bir haz, doyum noktasına ulaştırdığı ölçüde işlevseldi. Şimdilerde ağzımızın koyu boşluğundan içeriye savurduğumuz antidepresanlardan medet umarak ertelenen bir yüzleşmeyi sürdürüyoruz. En kısa zamanda manen oluşturduğumuz boşluğu ve soylu yalanlarla beslediğimiz ontolojik sıkıntımızla burun buruna geleceğiz. O vakit bilmem kaç mg Apranax da fayda vermeyecek.

            Bir başka örnek vereyim. Okuduğum bir kitapta geçen ve düşününce haz ve doyum noktalarının aşındırılmasıyla tiranlığın nasıl da oluştuğuna örnek olabilecek bir yaşanmışlık. Filipinler’in önceki devlet başkanı olan Ferdinand Marcos, uzun ve kanlı bir sürecin sonunda alaşağı edildiğinde Marcos’un sarayını basan öfkeli kalabalıklar Marcos’un eşi Imelda Marcos’un dolabında beş yüz çift ayakkabı buldular. Dönemin devlet başkanıyla yolsuzlukları ortaklaşa işlediğine inanılan Imelda Marcos’un yüzlerce çift ayakkabı satın alması onun “ayakkabı giymek” maksadıyla alışveriş yaptığı ihtimalini düşürüyordu. Muhtemelen, hatta eminim ki başlangıçta giymek amacıyla alınan ayakkabılardan elde edilen haz ve doyum noktası bir başka ayakkabı modeli görülene kadar sürüyor ve bir süre sonra saplantılı bir meta meraklısına çeviriyordu Imelda Marcos’u. Tam da bu yüzden bir noktadan sonra manevi doyum noktalarının buharlaşması insanı tiranlığa götürmekte ve doyum noktasının skalasını muğlaklaştırmaktadır. Walter Benjamin’den referansla, bu tarz bir doyum noktası kaybının özünde mal fetişizmi yatar diyebilirim. Distopyalar, mal fetişizminin mabetleridir.

            Varlığımızı soylu yalanlarla sürdürmenin farklı yolları da var pek tabi: Olduğumuzdan farklı görünme merakı, buna yönelik tiranca girişimler, harcamalar, söylemler ve sosyal kimlikler icat etme… Şöyle bir çevrenize, haber bantlarına bakın kaç vatandaşımız “ya benimsin ya toprağın!” safsatasına kurban ediliyor. Dediklerimi hatırlayın, doyum noktası kaybolduğunda karşınızdakini de Imelda’nın ayakkabılarına olan saplantısı gibi bir duruma sokabilirsiniz: “Ya benimsin ya toğrağın! Üçüncü bir ihtimal yok!”

            Bu bakış açısı, karşısındaki insanın bir meta gibi kullanabilme yetisini kendisine tanıyan bir tiranın bakış açısıdır. Distopyalar, tiranlar yetiştirir.

            Son olarak, distopik toplumların özünde dile yepyeni anlamlar tayin etme üzerine bir metinde denk geldiğim örneği de sunmak istiyorum. Yeni bir söylem yaratma merakı, kavramların içleri boşaltılmış ortamlarda rahatlıkla yeltenebilecek bir iştir. Moda kelimeler, akımlar, sözcük öbekleri ve ifade biçimleri yine distopik toplumların kontrol mekanizmasını tıkırında ilerleten emarelerdir. “Emoji” üzerinden duygusal refleksler iletme, “random gülme” gibi akla gelen ilk örnekler yeni bir söylemin kendisini yansıtır. Eğer size bir mesaj geliyor ve mesaj metninde iki nokta üst üste, yanında bir tane de sağ parantez varsa [J] bu muhattabınızın tebessüm ettiğini, sırıttığını anlatır. Yok eğer mesaj metninde iki nokta üst üste, yanında iki tane sağ parantez varsa [J)] bu da muhattabın bir tık daha fazla güldüğünü, haz alma noktasının hafifçe arttığını anlatır. Emoji dili zengindir ve sıralandığında metni hayli hacimli hale sokacağından birkaç örnekle yetinmek iyi olur. Bir arkadaşımın bana karşı tavır takındığını ve aslında onu kırdığımızı anlatma yolu oldukça basitti: cümle sonuna bir boşluk ve bir tane de nokta bırakmak. Evrensel olarak bir çeşit tavır belirtisiydi fakat o an öğrenmek nasip olmuştu. Şimdi kaosa mütevazice katkıda bulunmayı deneyip acaba şaşkınlığımın konuyu kavrayışımla birleştiğini ifade eden yeni bir emoji tasarlayabilir miyim diye düşünüyorum. Sanırım uygun olan ifade şu:


            Hem hayret ediyor (ünlemle) hem de meseleye vakıf olduğunu, içinizin rahat etmesi gerektiğini belirtiyor [;)] ile. Neden olmasın ki?

            Distopyaların göbeğinde yaşadığımızı birkaç dar örnekle sıraladığımıza göre kendimize bir mağara çizmemiz gerekiyor. İğne ucu kadar huzur arayışı ile Cehennemin dibi kadar muamma arasındaki müzakere olan haysiyet ve adaleti elde etmek için dsitopyaların göbeğinde insan kalabilmek gerekiyor. Kabullenişin hafifliğine yaslanmalıyız.

            İnanç ve ideoloji arasındaki ince ayrımı keşfetmeliyiz mesela. Böylece doyum ve haz noktalarımızı belirleyip rasyonel denekler statüsünden eşrefi mahlukat statüsüne gelebiliriz. Tiran olmayız en azından. Ya da bilgiye kayıtsız kalmamalı, insanın sonradan edindiği deneyimlerle yaşamını anlamlı kılacağını unutmamalıyız. Böylece yaşamın dünyada ölümle son bulan fakat hayatın sonsuzluğunu idrak edebiliriz. Bu da bizlere yaşamı anlamlı kılanın layık bir ölüm olduğunu hatırlatır. Yeni söylemler yerine doğru söylemleri tespit etmeliyiz. Dilimizin yetkinliği ile insanlığın yetkinliği arasında fark olmayacağını kavrayabiliriz böylece. Ve her ne yapacaksak yapalım, insanı merkeze alarak, onun yaşam, ırz, mal ve düşünce hakkını önemseyerek yapmalıyız. Böylece aklı selim kalmak gibi delirmenin de bir hak, bir imtiyaz olduğunu idrak edebiliriz. Çünkü absürt yeni bir dünya, gelişinden bellidir.

            O halde bize bir mağara çizin!



[i] Metnin başında bahsedilen Benim Yârim Gelişinden Bellidir türküsüne atfen


2 yorum:

Merhabalar

Blogger tarafından desteklenmektedir.