Yakarsa Dünyayı Kim Yakar?



Fırat Acar
Sistem karşıtı sol hareketlerin, piyasa sisteminin çökeceğine ve muhakkak bir gün sosyalist-komünist rejimin tüm dünyada egemen bir sistem olacağına dair sürekli bir inanç beslediklerini biliyoruz. Özellikle piyasa çarkının sekteye uğradığı dönemlerde, yani kriz hallerinde, bu inanç daha diri bir hal alır ve eyleme geçmek için karşıt hareketlere mükemmel bir fırsat sunar. Tam olarak şu sıralarda kapitalist sistem, piyasa karşıtı hareketlerin iştahını kabartacak derecede bir bunalım içine girmiş durumda. Yani kapitalizm karşıtı hareketlerin ideallerini gerçekleştirecek uygun zemin, piyasanın içsel mantığı tarafından altın tepside önlerine sunulmuş durumda. Tabi bu durumda akıllara hemen şu soru gelir. Mevcut ekonomik sistem daha evvelde böylesi krizlerle karşı karşıya geldi. Fakat kapitalist sistem ‘çok iyi’ ekonomi-politikalar uygulayarak sistem karşıtı hareketlere bu fırsatı tanımadan, bu kriz halinden bir şekilde çıkmasını bildi ve her seferinde komünist-sosyalist rejim savunucularının hayallerini bir başka bahara (krize) bıraktı. Peki, neden her seferinde, zannımca ideallerini gerçekleştirecek derecede çoğunluğa sahip olan bu hareketin hayalleri bir başka bahara kaldı/kalıyor? Bu yazıda tam olarak bu durumun nedenini biraz tarih biraz da sosyolojik okumalar ile irdelemek ve naçizane fikirler ile siz okuyucular ile tartışmak istiyorum.

Sanayi devrimi ile birlikte yükselen kapitalist piyasa sisteminin kendi kuralları içindeki işleyişi, yeni çıktığı dönemlerden itibaren toplumsal hayata tümü ile nüfuz etmişti ve tüm ekonomik süreçleri bünyesinde barındırmıştı. O dönemlerde de sistemin çökeceğine dair inanç hala diriydi. Çünkü piyasa sistemi hala daha tam olarak olgunlaşmamıştı. Nitekim 19. yüzyılda Karl Marx’ın işçilere ve sınıf bilincine dair güveni de bu inancı diri tutuyordu. Karl Marx’a göre toplumsal hayatı tümü ile etkisi altına alan, sınırsız sermaye birikimi uğruna insani ilişkileri tümü ile göz ardı eden piyasaya karşı duracak sınıf vardı ve bu karşı duruşu en iyi sergileyecek sınıf da işçilerdi. Karl Marx işçiye ve sınıf bilincine inanıyordu ve bu sisteme karşı bir gün muhakkak birleşeceklerini ümit ediyordu. Nitekim 1900’lü kaotik savaş yıllarında haklı da çıkıyordu. İşçiler piyasa sistemine karşı harekete geçiyor ve birçok ülkede sosyalist-komünist rejimi –her ne kadar hayal ettiklerinden uzak olsa da- ilan ediyorlardı. Her şey pratikte istedikleri şekilde ilerliyordu ve tümü ile piyasa sisteminin çökeceğine dair inanç hala yerli yerindeydi. Fakat ilerleyen süreçte durum pek de beklenildiği gibi olmadı, çünkü işçilerin sosyalist rejime duydukları inanç gibi piyasa sisteminin de sınırsız sermaye biriktirme gibi yerli yerinde duran bir inancı vardı.

İkinci Dünya savaşından sonra (1950-1975)  kapitalist sistem önceki dönemlere kıyasla biraz daha ılımlaşmıştı. Zira o dönemde sisteme karşı yükselen güçlü bir sol hareket söz konusuydu ve bu hareket emekçiler açısından belirli kazanımlarda elde edilmişti. Öyle ki sosyal konut politikalarının ülkeler tarafından uygulanması, emekçi kesimin ücretlerindeki iyileşmeler, totalde elde edilen kazancın önceki dönemlere kıyasla adil bölüşüm süzgecinden geçmesi, bu dönemin ‘refah’ içinde geçtiğinin bir göstergesidir. Sistem karşıtı hareket için bu yıllardan itibaren daha ‘iyi’ bir düzen düşünebilmek pek mümkün olmadı ve ideallerini gerçekleştirecek istek, arzu eyleme geçilmeyecek düzeyde sadece inanç ile sınırlı kaldı. Öyle ki kısmen ‘refah’ içinde geçen bu yıllardan sonra yeni ekonomi politikalar ile piyasa tekrardan canlandı ve sınırsız sermaye birikimi uğruna toplumun tamamını etkisi altına almaya devam etti. Bu kez sadece bir fark vardı, kapitalizm geçmişten epeyce ders almıştı ve böyle bir durumu bir kez daha yaşamak istemiyordu, yani daha güçlü bir yapıya bürünmüştü. Peki, nasıl oldu da piyasa sistemi bir önceki döneme göre daha güçlü bir şekilde tüm toplumsal hayatı etkisi altına aldı? Bir dönem piyasa sistemini dize getiren işçi sınıfı neden uzun bir süre eşitsiz gelişime karşı bir tepkisizlik içine girdi? Sömürü düzenin hâkim olduğu, sermaye birikimi uğruna insani değerlerin hiçe sayıldığı bu sisteme karşı kısmen de olsa neden eskisi gibi bir bilinç oluşturulamıyordu? Aslında bu gibi sorular günümüzü anlamaya ve anlamlandırmaya dönük sorulardır. Nitekim ekonomik ve toplumsal süreçlere bu derece nüfuz eden sistem nasıl oluyordu da uzun bir süre sermaye birikimine devam edebiliyordu? Oysaki 1944 yılında Polanyi temel insani dürtülerin hiçbirinin ekonomik olmadığını ve piyasaların toplumsal yapıyı parçalamadan uzun süre var olamayacağını Büyük Dönüşüm’de ele almıştı. Polanyi haklı ise neden insanın iliklerine kadar işleyen piyasa sistemi hala daha ayaktaydı? Veyahut Marx haklı ise neden bunca sömürü düzenine karşı işçi sınıfı eyleme geçmiyor ve irade hakkını kapitalistlerden yana tavır sergileyen sendika başkanlarına veriyordu?

Bu soruların tümü ile cevabı; kapitalist piyasa sisteminin sistemli işleyen yapısında aranmalıdır. Kapitalizm yukarıda da belirttiğimiz üzere her kriz durumunda epeyce ders alıp yeni ekonomi politikalarını da bu minvalde geliştirerek sermaye biriktirmeye devam ediyordu. 1980’li yıllarda uygulamaya konulan neo-liberal ekonomik doktrinler de bu çizgide geliştirilmiş ve piyasanın yeni kuralları da bu mantıkla çizilmişti. Öncelikle devletleri kendi yanına çekerek bir önceki refah yıllarında elde edilen sendikal kazanımlar tekrardan işçi ve emekçilerin elinden alınmıştı. Bu süreçten sonra devletler her ne kadar teoride piyasaya müdahil olmayacağını beyan etse de gerçekte durumun böyle olmadığı da herkesçe bilinmektedir. Öyle ki yaşanan süreçte politik yapı ve ekonomik yapı aynı çizgide, bilhassa piyasa sisteminin istediği çizgide ilerledi. Bu süreçten sonra işçi sınıfının direnci de bir takım politikalar ile kırıldı ve mevcut olan sınıf bilinci bölük pörçük edildi. Örgütlenemeyen işçi sınıfı ise hayatını idame ettirme adına sisteme eklemlendi ve iyiden iyiye kendine yabancılaşarak bir ‘özne’ olmaktan çıktı. Bu süreçten sonra piyasayı tehdit eden en büyük unsur olan Marksist anlamda proleter (komünist devrimi gerçekleştirecek nihai sınıf) diyebileceğimiz bir sınıf da kalmadı. Bir tek işçiler değil, özellikle yükselen tüketim kültürüne adapte olan ve tüketmedikçe var olamayacağını kabullenmeyen bir toplum anlayışı ortaya çıkmıştı. Kapitalizm, kendine tehdit oluşturacak her kesimin arzularını kontrol ederek boyunduruğu altına almıştı.  Piyasanın politikalarına karşı duracak bir kitlenin kalmaması ve politik yapıların sermaye lehine uygulamaları piyasanın zaferini ilan etmesini sağlamıştı. Peki devam eden süreçte ne oldu?

Piyasanın zaferini ilan etmesi ile kapitalistler, sınırsız sermaye birikimi emelleri uğruna gerek doğaya gerekse toplumun emekçilerine ve nihayetinde geri kalan sınıflara karşı, daha sert bir tutum içine girdiler. Zaferin getirdiği pervasız bir eda ile kapitalistler; asgari ücretleri açlık sınırı ile aynı seviyelere çekmiş ve emeklerini satan işçi sınıfını açlık korkusu ile terbiye etmişti. Kentler ve içinde bulunan kamusal alanlar zafer bayrağını taşıyanların isteklerine dönük dizayn edildi ve daha alt kesimden olan sınıflar ise bu haktan mahrum bırakıldı. Kültürel değerler anlam kaybına uğrayan sembollere dönüştü ve birer meta halini alarak piyasalara sunuldu, böylelikle toplumların geçmişi ile olan bağlantıları buğulaştı; gelecek ise piyasanın riskleri ile dolu bir bilinmezliğe yöneldi. Düşük ücret karşılığı geçinme derdine düşen insanlar birbirlerine karşı saygılarını yitirdi, tahammülsüzlük gün yüzüne çıktı ve piyasa sistemine karşı olası bir örgütlenme-bilinç de böylelikle engellendi. Bunların dışında ucuz işgücü sağlamak adına, şirketlerin üretim merkezlerini farklı coğrafyalara (özellikle uzak doğu ülkeleri) taşıması da kolektif bir bilinç oluşturmayı engellemekteydi. Zira üretim merkezlerinin farklı coğrafyalara taşınması hem kapitalistin kar marjını artırdı, hem de emekçi sınıfı daha despotik devletlerin (Çin gibi) himayesi altına aldı. Bunlar gibi sayısız birçok şey piyasa sisteminin şimdiye kadarki elde ettiği zaferin ganimetleriydi!
Kapitalizm sınırsız sermaye birikimini tehdit eden her unsuru bertaraf ederek kendi egemenliği altına aldı. Çoğu zamanda zor gücü kullanmadan, ideolojik yollar izleyerek bunu gerçekleştirdi. Önce arzularımızı sonrada bizzat bir ‘ben’ olarak bizleri emrine amade etti. İdeolojik süreçlere direnenleri ise yol arkadaşının (devletler) zor gücünü kullanarak boyunduruğu altına aldı. Fakat sistem her zaman işlerin tıkırında gidebileceği bir yapıya da sahip değildi. Nitekim günümüzde mevcut sistem Covid-19 salgının etkisi ile hem ekonomik hem de toplumsal bir krizin eşiğinde. Kriz durumları sistem karşıtı hareketler için bir fırsattır! Ancak kapitalizm, örgütlü bir bilinç oluşturamayacak derecede sistem karşıtı sınıfları ayrıştırmış durumda. Evet, sisteme karşı memnuniyetsiz kesimin öfkesi gün geçtikçe büyüyor ve her taraftan sesleri de yükseliyor ancak hepsini ortak bir çatı etrafında birleştirecek bir bilinç bir türlü oluşturulamıyor. Marx, bilinci, emeğin kutsallığını ön plana çıkararak, işçileri sisteme karşı birleştirme yoluna giderek çözmeye çalışmıştı. Fakat günümüzde işçiler için emekten daha değerli olan metalar mevcuttu. Marx günümüzde yaşamış olsa ve her gün metalar uğruna naralar atan işçi kesimin halini görse komünizm hayali için şüphesiz yeni bir sınıf arayışına girişirdi. Çünkü kapitalizmin günümüzdeki birikim politikaları, Marx’ın yaşadığı dönemlerden daha kabiliyetli bir şekilde garibanın alın terini artı-değere çeviriyor. Evet, ortada bir sınıf mücadelesi ve bu mücadeleden zafer elde eden bir kesim vardı; Kapitalistler. Fakat görünen o ki zafer sarhoşluğunu yaşayan kapitalistler değil, işçi ve emekçilerdi.

Sistem karşıtı hareketlerin daha iyi bir dünya hayali hep sürecektir. Fakat şu anki sistemin daha iyisini gerçekleştirmek adına, karşılarında duran hakikatle de yüzleşmeleri gerekmektedir. Her şeyden evvel sisteme karşı bir ortak bir bilinç-sınıf oluşturmaları gerekmektedir. Fakat kapitalist sistem, ortak bir bilinç oluşturmayacak kadar ideolojik bir kudrete, oluştuğu takdirde de hemen bastıracak bir zor gücüne sahiptir. Bu durum, sistem karşıtı hareketlerin sürekli olarak karşılaştığı ve kabul etmesi gereken bir hakikattir. Tabi tüm bu anlatılar her ne kadar piyasa sistemine karşı bir karamsarlığa sürüklese de, durum nihayetinde tam olarak öyle değildir. Zira kapitalist sistem her tehdidi bertaraf etmiş olabilir. Ancak kendi iç çelişkilerinden doğan krizleri hala gideremediği ve gidermekte zorlandığını da görüyoruz. Nihayetinde bir not düşerek şöyle diyebiliriz; kapitalist sistem ‘kendinden başka’ her tehdidi bertaraf etmiştir. Krizler, sistemin hem yenileyicisi hem de bir gün üstesinden gelemeyeceği bir sıkışma halidir. Özellikle toplumsal anlamda bu tür sıkışma halleri piyasa sisteminin eyleyicilerine ve sistemin kendisine olan güveni epeyce azaltmaktadır. Bu anlamda sisteme karşı biriken öfkelerin ortak bir bilinç oluşturup oluşturmayacağı konusunda belki net bir yargıda bulunamayabiliriz. Fakat tarihin bize gösterdikleri ile şunu rahatlıkla ifade edebiliriz; kapitalizmin sermaye birikim politikaları bir gün muhakkak kendi sonunu getirecektir. Yazıya yakarsa dünyayı kim yakar suali ile başlamıştık. Bitirirken de, rahmetli, arabesk müziğinin büyük ustası, Müslüm Gürses’in bilindik şarkısının öznesini değiştirerek sonlandırmak istiyorum. “Yakarsa Dünyayı, Kapitalistler Yakar.”






Hiç yorum yok

Merhabalar

Blogger tarafından desteklenmektedir.