BİR VARMIŞ BİR “YOK” MU OLACAK?



İbrahim Atabay
Küreselleşme kavramı, 1960’larda Kanadalı sosyoloji profesörü Marshall Mcluhan tarafından yerkürenin iletişim ağının yaygınlaşmasıyla ‘küresel bir köy’ e dönüştüğünü ifade etmesiyle ortaya çıkmıştır. Fakat küreselleşme kavramı 1980’lere kadar akademi camiası tarafından yeterince ilgi görmemekle beraber dağınık ve süreksiz bir biçimde kullanıldı. Roland Robertson, 1980’lerde sosyal bilim alanındaki bilimsel yazılarında ilk olarak küreselleşme kavramının kullanan kişi olarak tanınmıştır. 1980’li yıllardan itibaren disiplinler arası alanlarda yaygın olarak kullanılan küreselleşme kavramı, akabinde 1990’lı yıllardan itibaren akademi dünyasında, özel şirketlerde ve devlet kurumlarında “moda deyim[1] haline gelmiştir.
Küreselleşme kavramını, “zaman ve mekân sıkışması[2] olarak ele alan David Harvey, ‘sıkışma’ terimiyle, modern dünyada insanların gündelik yaşamdaki hızının artığını ve gün geçtikçe dünyayı çepeçevre saran ulaşım ve iletişim ağının mekânsal mesafeleri ortadan kaldırdığını ifade eder. Teknolojik gelişmelerin ilerlemesiyle geleneksel ulaşım araçları yerini modern ulaşım araçlarına bırakarak mekânsal mesafeler arasında ki kronometrik dakiklik süresini yüksek oranda azaltmıştır. Sosyal ilişkilerin baş döndürücü bir hale bürünmesi aynı zamanda toplumlar arası bilgi paylaşımını hızlandırmış, politik, iktisadi, sosyal ve toplumların kültürel değerlerinin giderek birbiriyle bütünleşmesine yol açmıştır.
2019 yılının aralık ayında ÇİN de tespit edilen COVİD-19 virüsü süreç içerisinde bütünleşen değerler nedeniyle yerkürenin farklı coğrafyalarına yayılarak gündelik hayatı felce uğratmış, bireysel ve toplumsal ahlaki değerlere dönük birtakım sorunlar ortaya çıkarmış, özellikle yükseliş ivmesinde bulunan politik ve ekonomik gerilimlerin artmasını sağlamıştır. 2007 yılında Hong Konglu dört bilim insanı makale yazarak uyarıda bulunmuş, “ Güney Çin’deki egzotik memeli ve nal burunlu yarasaları yeme kültürünün tam bir saatli bomba “ olduğunu kaleme almışlardır.  Farklı bir coğrafyada yaşayan insanın virüsün çıkış noktasındaki yemek kültürüne saygı duyması gerekmekle beraber uyarısı yapıldığı halde ve daha önceki yıllarda aynı bölgede benzer türevde virüslerin ortaya çıktığını öğrendiğinde salgın olayının kendi yaşamını felce uğratmamasını istemesi son derece doğaldır. Nitekim bireyler veya toplumlar ülke yöneticilerinden sosyal hareketliliği kısıtlayan hatta kısa dönemli olsa dahi özgürlüklerini hipotek altına aldıracak sert ve radikal önlemlerin alınması istediler. Alınan önlemlerin niteliğe hakkında ülkeleri farklı kategorilere şöyle ayırabilirim. Halk sağlığını korumak adına gereken önlemleri çok geç alarak ölüm oranlarının yüksek olmasını neden olanlar. Sosyal ve ekonomik önlemleri alarak ve tarama testlerini yaygınlaştırıp salgını kontrol almaya çalışanlar. İlk politikası sürü bağışıklığını tercih ettikten sonra ülkenin bilim insanlarının ülke yöneticilerinin önüne sunduğu raporlar sayesinde politikasını değiştirip sıkı tedbirlerin alınmasına karar verenler. Toplumun zihnine devletin ideolojik aygıtlarını kullanarak önlem ve tedbirlerin alındığına dair algı oluşturup üzerindeki sorumluluğu başkalarına yükleyerek bir nevi sürü bağışıklılığı isteyenler. Ülkelerin asal sorumluluğu olan sosyal hareketliliği minimal düzeye indirmesinin yolu, toplumun yaşamını evde idame ettirebilmesi için toplumsal yaşamın asıl tayin edici unsuru olan ekonomi-politiğin sağlanmasında geçiyor olduğudur. G-20 grubuna üye ülkelerinin en önemlilileri halk sağlığını korumak adına ekonomik tedbirler kapsamında aldığı önlemler ortalama GSYH ’nın en az %8 civarında ve doğrudan mali destek programı olarak sunarken. Bazı G-20 üye ülkeleri ise ortalamanın çok aşağısında %3 civarında kalarak ve 2017 yılında 16 kişiden oluşan Küresel Finansal Yönetim Seçkinler Grubu’nun hazırladığı raporunda yazılı bulunan; dünyada hane halkı borçlanmasının yüksek olduğu ikazına rağmen toplumu borçlandırmaya dönük finansal politikalar tercih ettiler.
Peki, son 6 aydır yaşadığımız entropik süreç yeni politik ve iktisadı gelişmelere mi gebe sorusuna birçok alandan uzman şu cevabı vermektedir; “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” bu cevap hem olumlu hem de olumsuz algı oluşumuna ve esnemeye müsait bir cevap olduğunu düşünüyorum. Ya tamamen yerel/ulusal bir otonom politik ve iktisadi bir yapıya bürüneceğiz ya da küresel işbirliğine dayalı uluslararası kurumların şeffaf, hesap verilebilir bir yapıya kavuşmasına katkı sunacağız. İki dünya devinin ticaret savaşları, küresel güç olarak tabir edilen ülke yöneticisinin korumacı iktisat politikaları ve dünya tarih akışında önemli politik ve ekonomik değişim belirtilerinin yaşandığı ülkenin belirli bir siyasal ve ekonomik gücü bulanan ülkeler topluluğundan çıkışı, bu öncülleri alt alta yazdığım vakit ufukta belirebilecek olan şudur;  Küresel çapta ticaret lokomotifini yürüten şirketler farklı coğrafyalarda ki ticari pazar payını kaybetmek istemeyeceğinden, oluşan sermaye birikimini diğer bir uçta bulunan ulusal kalkınma stratejilerine harcayabilir ve kazan kazan formülünü uygulayabilirler…

YAŞAYARAK ÖĞRENECEĞİZ!












[1] Zygmunt Bauman,  Küreselleşme, Çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2016. s.7
[2] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, İstanbul, Metis Yayınları, 2010. s.270

Hiç yorum yok

Merhabalar

Blogger tarafından desteklenmektedir.