İmmanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık



İmmanuel Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık, Çev. Levent Ünsaldı), İstanbul: Metis Yayınları ss.15-144

            Tarihsel süreç içinde kapitalizmin nasıl ortaya çıktığı, çeşitli zaman dilimlerinde ne ölçüde gelişim gösterdiği, topluma ne derece nüfuz ettiği ve en temelde doğal mı yoksa yapay mı bir süreç olduğu, birçok sosyal bilimci tarafından sayısız kere üzerine düşünülmüş ve tartışılmış bir konu olmuştur. Nitekim Adam Smith, Karl Marx, Friedrich Engels, Rosa Luxemburg, Ernest Mandel vb. gibi birçok sosyal bilimci kapitalizm üzerine kafa yormuş bazı kimselerdir. Ancak sizlerinde hak vereceği gibi hiç kuşku yok ki kapitalizmi anlamaya çalışan en güçlü figür Karl Marx’tır. Tüm hayatını kapitalizmin eleştirisine veren Marx, Capital adlı eseri ile kendinden sonra gelecek birçok sosyal bilimcinin de düşüncelerine önayak olmuştur. Nitekim Samir Amin, Etien Balibar, Louis Althusser, Antoine Gramschi ve İmmanuel Wallerstein bu sosyal bilimcilerden bir kaçıdır. Kendilerini Neo-Marksistler olarak tanımlayan bu nesil Marx’ın kapitalizm üzerine “eskimiş” olan düşüncelerini ve fikirlerini tekrardan canlandırma gayesi içine girmiş ve Marksist düşüncenin eksiklerini dile getirmişlerdir. Ne var ki bu neo-marksist akımda Marx’ın kapitalizm üzerine düşüncelerini sistemli bir şekilde bizlere sunan ve aktaran İmmanuel Wallerstein ve ekibidir.
            İmmanuel Wallerstein klasik Marksist kuramcıların ekonomik bazlı temel argümanlarının dışına çıkarak, günümüz dünyasının sadece ekonomik bir çerçeve ile açıklanamayacağı eleştirisinde bulunmuş, ekonominin yanı sıra işin siyasal ve kültürel boyutunun da yadsınamayacak kadar etkili olduğunu dile getirmiştir. Marx’ın ötesine geçerek geliştirmiş olduğu kuramsal yaklaşım ile toplumsal değişim literatürüne de katkıda bulunan Wallerstein ‘’Dünya Sistemleri Analizi’’ ile var olan sistemi anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu yazıda ise Wallerstein’in geliştirmiş olduğu Dünya Sistemleri Analizini incelemek yerine daha spesifik olan kapitalizm eleştirisini anlamak ve çözümlemek temel amaç olacaktır. Bu bağlamda ‘’Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık’’ adlı eserini incelemek Wallerstein’in düşünceleri hakkında bizlere bir fikir sunacaktır.
             Wallerstein’in ‘’Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık’’ adlı eseri önsöz ile beraber altı kısımdan oluşmaktadır. Kitabın sunuş kısmında klasik Marksist düşüncenin düşmüş olduğu iki yanılgıyı sıralamak ile işe başlar. İlk olarak klasik Marksist kuramcıların kapitalizmi anlamak için kullandığı metodolojik yöntemin yanlış olduğunu iddia eder. Ona göre kapitalizmi anlamak için tümdengelimsel yöntemden ziyade tümevarımsal bir yöntem kullanılmalıdır. İkinci olarak ise ‘’kapitalist sistemin zaman içinde yakın bir noktadan itibaren geçirdiği varsayılan başlıca dönüşümler üzerinde yoğunlaşılması, daha önceki zaman noktalarının ise bütünüyle, şimdinin ampirik gerçekliği ele alınırken, mitolojileştirilmiş bir mihenk taşı olarak kullanılmasıdır’’ der. (s.11)
            Wallerstein kitabın birinci kısmında kapitalizmin her şeyden önce tarihsel ve toplumsal bir sistem olduğunu belirtir ve devam eder. Wallerstein’a göre sermaye kapitalizmde kilit noktadadır. Sermaye ise ona göre birikmiş bir zenginliktir. Tarihsel kapitalizm tasviri ise bu sermayenin özel bir yol ile tarihsel süreç içinde kullanıma girmesidir. Bu sistemin temel amacı ise sermayenin dur durak bilmeden kendini büyütmesidir. Wallerstein’ın tabiri ile ‘’sınırsız sermaye birimi uğruna sınırsız sermaye birikimidir.’’(s.42) Bu noktada kapitalin sınırsız sermaye birikimini gerçekleştirmek için her şeyin metalaştırdığını ve üretim süreçlerinin karmaşık meta zincirleri halinde birbirine bağlandığını belirtmiştir.
            İlerleyen sayfalarda Wallerstein bu tarihsel sistemin ne zaman başladığı sorusu üzerine yoğunlaşmıştır. Cevaben ise 15.yy sonları Avrupasın da başlayarak zaman içerisinde 19.yy itibari ile tüm yerküreyi sardığını, zaman ve mekan içinde ise genişlediğini ve günümüzde de böyle devam ettiğini dile getirmiştir. Tabi her dönemin bir hegomonik güç oluşturduğunu da tespitleri ile bizlere sunmuştur. Nitekim 15. yüzyıl sonlarından 18. yüzyıla kadar Hollanda, 18. Yüzyıldan Dünya Savaşına kadar İngiltere, Dünya Savaşı sonrası ise ABD’nin hegomonik bir güç oluşturduğunun altını çizmiştir.
            İlk bölümde özetle kapitalizmin bırakın doğal bir sistem oluşunu, yapay ve saçma bir sistem olarak tanımlar.  Wallerstein tarihsel kapitalizmin daha fazla sermeye üretmek amacıyla sermaye üretmek olduğunu, bu bağlamda her şeyin özel bir yol ile metalaştığını, kapitalistlerin ise bu tarihsel sitemde çarkta hızla koşan bir beyaz fareye benzediğini vurgulamıştır. Devamında ise bazı insanların bu sistemde iyi yaşadığını bazılarının ise yoksul yaşadığını, ancak iyi yaşayanların nereye kadar iyi yaşayacağının belirsiz olduğunu okuyuculara hatırlatmıştır.
            Kitabın ikinci kısmında tarihsel kapitalizmin sermaye biriktirme politikaları üzerine yoğunlaşmıştır. Bu noktada sermaye birikim politikalarında devletin önemli bir rol oynadığını vurgulamıştır. Öyle ki Wallerstein ‘’ Devletler üretim ilişkilerini kendi denetimine almıştır. Bunun için birtakım önlemler almıştır. Her devletin kendi sınırlarındaki mal, para-sermaye ve işgücü hareketleri üzerinde resmi yargı hakkı vardır.’’ (s.44) sözleri devletin de bu oyunun içinde ne derece aktif olduğunu göstermektedir. Tarihsel ve modern kapitalizmin ana stratejik hedefinin, devlet iktidarını denetim altında tutmak, hatta ele geçirmek istemesinin ise bu perspektiften rastlantı olmadığını söyler. Bu noktadan hareketle ise modern devlet yapılanmalarının ‘’işgücünün daha çok metalaştırılmasını sağlayacak yasamalarda bulunarak, işçilerin bir iş türünden başka bir iş türüne geçişini engelleyen çeşitli geleneksel kısıtlamaları kaldırdığını, ayrıca işçiler için genellikle bir kısmının ücretli işlere girmek zorunda bırakan ve nakit ödeme gerektiren vergi yükümlülükleri getirdiğini’’ (s.46) söyleyerek savını güçlendirmiştir. Devamında modern devlet yapılanmasının aleni bir şekilde kapitalizme hizmet ettiğini zira bu durumu işçi isyanı karşısındaki baskıcı ve gayretkeş tutumundan anlayabileceğimizi savunmuştur. Ancak Wallerstein bir noktayı kaçırmamız gerektiğinin de altını çizer. Şöyle ki herkesin politikaya yalnızca kendi ülkesinde karışması gerekir anlayışının sermaye biriktirme uğruna sermeye biriktirenlere ters düşen bir tez olduğunu belirtmiştir. Bu noktada ise sermayedarlar devlet sınırlarının aşılmasını istemektedir. Bu ulus ötesi sıçrayışın ise ‘’sömürgeleştirme’’ ile gerçekleştiğini vurgulamıştır. Devletlerin bu özerk olamama durumu devletlerarası ilişkiyi pekiştirmiş ve nihayetinde tarihsel kapitalizmin işleyişi bir dünya devleti içinde değil, ancak bir dünya ekonomisi içinde olmuştur.
            Devletin rolünün yanı sıra evrenselci ideolojinin de kapitalizmin kullandığı bir ideolojik aygıt olarak görmüştür. Nitekim bu evrensel sloganların kullanımı ‘’ sınıf mücadelesi seferberliğini biriktiriciler arası mücadelelerde ki taraflardan biriyle ilişkilendirmenin bir yoludur.’’ (s.56) sözü ile desteklemektedir. Örnek olarak ise ‘’feodalizm ve geleneklere karşı ‘demokrasi’ ya da ‘özgürlükler’ için verilen siyasal mücadeleler, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi olmadıkları ölçüde, esas olarak sermaye biriktiricilerin sermaye birikimi için kendi aralarında verdikleri mücadeleler olduğunu, bu gibi mücadeleler ‘ilerici’ bir burjuvazinin gerici tabakalara karşı zaferi değil, burjuva-içi mücadele olarak tanımlar.’’(s.56) Evrenselci ideolojinin yanı sıra kapitalizmin ırkçı ve cinsiyetçi bir tarihsel sistem olduğuna da vurgu yapar. Nitekim bu savını üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı ile destekler. Üretken olmayan kadın emeğinin değersizleştirildiğini ve cinsiyetçi bir temel oluşturduğu görüşünü savunur. Bu gibi bir takım politikaların ise hem kapitalizmi beslediğini hem de işbölümü kavramını esnekleştirdiği görüşündedir. Son kertede Wallerstein; tarihsel kapitalizmin sınırsız sermaye birikimi uğruna; tarihsel süreçte belli başlı politikalar geliştirdiğini bizlere veriler ve örnekler ile açıklamaktadır.
             Wallerstein kitabın üçüncü bölümünde ise tarihsel kapitalizmin en önemli özelliklerinden olan toplulukların etnikleştirilmesinden söz eder. Tarihsel kapitalizm zaman içinde topluluk yaşamını etnikleştirmeye çalışmıştır. Şöyle ki Wallerstein bu tezini şu cümleler ile açıklamaktadır. ‘’ İşgücü dağılımının zaman içinde değişikliğe uğradığını, işgücü dağılımı değiştikçe etnikliğinde değişikliğe uğradığını ve yine günümüz etnik işgücü dağılımıyla etnik grupların tarihsel kapitalizm öncesi dönemlerdeki sözde atalarına ait kalıplar arasında hemen hiç bağıntı bulunmadığını söylüyorum’’(s.66) sözleri konuya açıklık getirmektedir. Devamında dünya işçilerinin etnikleştirilmesinin, dünya ekonomisinin işleyişi açısından belli başlı üç sonuç doğurduğunu iddia eder. İlk olarak işçilerin etnikleştirilmesinin beraberinde işçilerin yeniden üretilmesini olanaklı kıldığını iddia eder. Etnikliğin ‘’büyük ölçekli coğrafi ve uğraşsal hareketliliği zorlaştırmamış kolaylaştırmıştır.’’(s.67) İkinci olarak ‘’işçilerin kendi içinde eğitme mekanizması sayesinde, uğraşsal görevlerdeki toplumsallaşmanın büyük bir kısmının işverenler ya da devletler tarafından karşılanan giderlerle değil, etnik olarak tanımlı haneler çerçevesinde gerçekleştirilmesini sağlamıştır.’’(s.67) Son olarak ise ‘’etnikleştirilmenin iktisadi rollerdeki kademelenmeyi katılaştırarak genel gelir dağılımı için ‘geleneğin’ meşrulaştırılmasıyla örtülmüş kolay bir kodlama sağlamasıdır.’’(s.67) Bu tespitleri ile Wallerstein etnikleştirmenin ekonomik düzlemde ne derece önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.
            Etnikleştirmenin yanı sıra kapitalizm, ırkçılığı da ideolojik bir boyut olarak kullanmıştır. Etnikleşmenin bir sonucu olarak, kurumsal bir ırkçılıktan söz eden Wallerstein; bu durumun işçi kesiminin birbiri ile ilişki durumunu zedelediğini ve işçilerin hiyerarşikleştirilmesinde, dağılımın da ve aralarındaki yüksek eşitsizliğe ideolojik bir gerekçe olduğuna vurguda bulunmuştur. Irkçılık ve işçilerin yeniden üretiminin sınırsız sermaye birikimi uğruna yeterli olmadığını evrenselci ideolojiler aracılığı ile üniversitelerde ki hakikat arayışının da temel bir ideolojik çerçeve olduğunu söyler ve hakikati aramanın bir afyon olduğunu belirtir. Nitekim Wallerstein ‘’ ilerlemenin, dolayısıyla refahın köşe taşı ilan edilen hakikati arama, belirli pek çok açıdan, hiyerarşik, eşitsiz toplumsal yapının ayakta tutulmasıyla en azından uyumlu olduğu iddiasındadır.’’(s.71)
            Üçüncü bölümün sonunda kapitalizmin yapısal bir bunalıma girdiğini, bu bunalımın ise her şeyin metalaştırılmış olmasından kaynaklı olduğunu belirtmiştir. İnsanların sermaye birikimi tutkusunun her alana ve bölgeye nüfuz ettiğinin altını çizen Wallerstein bu bunalımın sonunda kapitalizmin ne gibi bir yönde ilerleyeceğini muğlak bir konu olarak bırakmıştır
            Kitabın son bölümü yani sonuç kısmında ise Wallerstein; ‘’ilerleme’’ üzerine düşüncelerini dile getirmiştir. Nitekim Wallerstein Marksistlerin en az liberaller kadar ilerlemeye olan tutkusunun şaşırtıcı olduğunu söyler ve klasik Marksistleri bu noktada eleştirir. Şöyle ki Wallerstein ilerlemenin sosyalizme haklılık kazandırdığı gibi kapitalizme de haklılık kazandırdığını iddia eder. Sonuç olarak ise işçilerin iktisadi yönden kapitalizm öncesine göre daha çok sömürüldüğünü de dile getiren Wallerstein, Marksın vaat ettiği komünizmin ütopik olduğunu, ancak sosyalizmin bir gün tarihsel bir sistem olarak kurulabileceğini söyleyerek sözlerini noktalamıştır.
            Wallerstein’ın ‘’Tarihsel Kapitalizm’’ adlı kitabı temelde bu dört bölümden oluşmaktadır. Ancak altıncı basım ile genişletilmiş olan esere ‘’Kapitalist Uygarlık’’ kısmı da dâhil edilmiştir. Wallerstein bu sonradan eklenen bölümde kapitalizmin bir bilançosunu oluşturmakta ve bu tarihsel sistemin gelecekte ne gibi bir değişim göstereceği üzerinde durmaktadır. Her ne kadar tarafsız bir biçimde bir bilanço oluşturmaya çalışsa da bu bölüm kapitalizmin kirli yüzünü gösteren bir hiciv niteliği taşımaktadır.
            Bu bölümde kapitalizmin Avrupa ve Amerika kıtalarının bazı kısımlarında ortaya çıkmış bir tarihsel sistem olduğunu yineler. Kapitalizmin eleştirenler kadar savunucusu ve kutsayıcı olduğuna vurgu yapar. Bu tarihsel sistemin öncesinde insanlığın çare aradığı ve ‘’Mahşerin Dört Atlısı’’ olarak nitelediği sorunlar ile nasıl baş ettiği ve bu sorunlara kapitalizmin ne derece cevap verebildiği üzerinde durur. Nitekim bu dört atlı: salgın ve veba hastalığı, devletlerarası savaşlar, iç savaşlar ve açlık olduğunu belirtir. (Bu noktada uzun uzadıya tarihsel kapitalizmin bu sorunlar ile nasıl mücadele ettiğini anlatmamam da bir sakınca görmemekteyim.) Kapitalizmin insanların en temel ihtiyaçlarına cevap verdiği için tarihsel ve sürekli bir sistem olabildiğini, ancak bu sistemlere cevap verirken ve sorunlara çare bulurken daha başka belki de ötesine geçecek yeni bir takım sorunlar oluşturduğunu örnekler üzerinden açıklamaktadır. Bireysel ve ortak yaşam kalitesinin artışı ve insanların bitmek bilmeyen arzuları bu bilançonun negatif yönünü bir hayli artırdığını da bizlere hatırlatır.
            Kapitalizmin bir bilançosunu oluşturduktan sonra kapitalizmin bir bunalım içinde olduğunu ve belki de bu tarihsel sistemin sonunun yaklaştığını iddia eder. Ortaya atmış olduğu bu iddiayı ise kapitalizmin içinde bulunduğu çelişkileri göstererek destekler. Nitekim bu üç çelişki veya ikilemin şunlar olduğunu söyler; birikim ikilemi, siyasal meşrulaştırma ikilemi, jeokültürel gündem ikilemi. Her ne olursa olsun kapitalizmin tarihsel ve yapay bir sistem olduğunu tekrar tekrar hatırlatan Wallerstein bu tarihsel sistemin sonunun yaklaştığı iddiasındadır. Ancak daha öncede belirttiğimiz gibi bu tarihsel sistemin yerini hangi bir sistemin alacağı konusunda bir fikir belirtmez ve muğlâk bir nokta olarak kitabı sonlandırır.
Değerlendirme
            Kitabı okumadan önce klasik Marksist kuramcıların ‘’eskimiş’’ düşüncelerine daha bir yatkın olduğumu itiraf etmek isterim. Ancak Wallerstein’ın oluşturmuş olduğu analiz bir nevi kendi içimde bir epistemolojik kopuşa gebe oldu. Nitekim kapitalizm gibi çetrefilli bir sistemi günümüz globalleşen dünyasında bir tek ekonomik argümanlar ile açıklanamayacağını acı bir şekilde anlamamı sağladı. Belki de günümüz dünyasını ekonomik temelli anlama çabam kapitalizm içinden küçük bir kaçış umudu barındırıyordu. Ancak Wallerstein’ın tümevarımsal yöntemler ile elde etmiş olduğu nitel ve nicel veriler bu karışık sistemden kaçısın namümkün olduğunu acı bir biçimde öğrenmemi sağladı. Ne var ki Foucault’un iktidar tasvirini okurken ki yaşamış olduğum çaresizlik Wallerstein’ın Tarihsel Kapitalizmini okurken ki çaresizliğin bir benzerini bende yaratmış oldu. Her şeyin metalaştığı, eşitsizliklerin arttığı, sömürünün hat safhada olduğu bu tarihsel sistemde, sistem karşıtı hareketlerin bile bu sisteme belki bilerek belki bilmeyerek nasıl entegre olduğunu sistemli bir şekilde açıklaması bizleri bildiğimiz gerçek ile baş başa bırakmamıza neden oldu.
            Tarihsel Kapitalizmin kirli yüzünü tasvir edişi ise içinde yaşadığımız sistemin ne derece acımasız ve gaddar olduğunu bir kez daha hatırlatıyor ve bizleri çaresiz bir çare arayışına sokuyordu. Evet, belki bu tarihsel sistemden beşeri yollarla bir kaçış olmadığını sayısız kere hatırlatıyordu. Ancak ilerleyen dönemlerde de bu sistemin kendi kendini bitireceğini ve belki de yerini yeni bir sistemin de alacağını savunarak bizlere bir umut kapısı aralamayı da ihmal etmiyordu. Aralamış olduğu bu kapı ise tarihsel olan bu sistemin en çirkin yüzünü görene kadar beklemekti…
            Her ne kadar Wallerstein geliştirmiş olduğu bu kuramsal yaklaşımda bir açık bırakmamış olsa da kafamı kurcalayan bir hususun varlığından da söz etmek isterim. Bu tarihsel sistemin neden 15. Yüzyıl sonunda başladığı sorusu? Bilinmektedir ki Roma Hukukunda mülkiyet ve miras hakkı insanlara yasal düzlemde bahşedilmiş bir hak olarak verilmiştir. Ne var ki sahsımca bu yasal haklar öncesi insanın sermaye biriktirme gibi bir gayesinin olması anlamsız gelmektedir. Ancak getirilen bu yasal haklar ile beraber insanoğlu özel mülkiyetinin güvencesini alması ile beraber bir takım sermaye biriktirme çabaları içine girmiş olması ise mümkündür. Bu noktada Wallerstein Tarihsel Kapitalizme ‘’sınırsız sermaye biriktirme uğruna sermaye birikimi’’ olarak tasvir ettiğini anımsamakta ve sermayeye önemli bir kilit nokta olarak bakmakta olduğunu da bilmekteyiz. Mülkiyet ve miras hakkı ile beraber insanların sermaye biriktirmesi mantıksal olarak akla daha yatkın ve mümkün ise, Wallerstein’ın Tarihsel olan bu sistemi 15. Yüzyıl da başlatması şahsımca tutarsız bir nokta olarak gözükmektedir.
            Bir başka kafamı kurcalayan nokta ise Wallerstein’ın Marksist ilerleme hızı ile liberallerin ilerleme hızını aynı kefeye sokmuş olmasıdır. Oysa ki Marksist ilerleme: kapitalist özel mülkiyetin ve emek-sermaye arasındaki eşitsiz yapının ve artan emek sömürüsüne karşı oluşan bir değişimden ve ilerlemeden söz etmektedir. Liberaller ise sürekli olarak artı değer peşinde koşan ve sürekli olarak birbirleri ile rekabet halinde olan, en temel gayelerinin karın maksimizasyonu elde etmekte olan bir ilerleme hızından söz ederler. Bu noktada Wallerstein liberalizm ile sosyalizm arasındaki ayrımı ilerleme hızı ile açıklamak yerine, her iki kanadın nasıl bir ilerleme ve ne yönde değişim çabaları içinde olduğuna bakmasının daha anlaşılır olacağı kanısındayım.
            Sonuç olarak Wallerstein’ın oluşturmuş olduğu Tarihsel Kapitalizm tasvirinin her şeyin ekonomi ile açıklanamayacağını bir kez daha hatırlatmış ve Marksist kuramın yanılgısını gözler önüne sermiştir. Geliştirmiş olduğu bu kuramsal yaklaşım ile her ne kadar kapitalizmden sosyalizme geçişin mümkün olduğunu belirtse de bu dönüşümün hangi öznelerle’ nasıl ‘dönüşeceği’ hakkında pek bilgi vermeyerek belirsiz bir durum ortaya çıkarmıştır. Keza Tarihsel Kapitalizm tasviri sermaye birikimi üzerine temellenirken, bu sermeye birikimini 15. Yüzyıl sonunda başlatması ise üzerine düşünülmesi gereken bir başka husus olmaktadır. Her ne kadar liberalizm ve sosyalizmi arasındaki ayrımı minimize ederek günümüz kapitalist karşıtı hareketlere bir hicivde bulunsa da, yapmış olduğu tespitler ile beklide günümüz küreselleşen dünyasını en iyi şekilde anlamamızı sağlamıştır.





Hiç yorum yok

Merhabalar

Blogger tarafından desteklenmektedir.