Şaziye Ablanın ‘Hayat’ını Hatırlamak




Baran Herdem
Savaşlar, doğal afetler, kitlesel göç hareketleri, devrimler, önemli ekonomik çöküşler ve salgınlar toplumların tarihsel deneyimlerinde önemli bir okul görevi görmüşlerdir. Toplumlar yaşadıkları krizlerden çıkardıkları derslerle tarihsel yolculuklarına devam etmişler veya kriz yönetiminde başarıyı sağlayamamaları hasebiyle yıkıma uğramışlardır. Bugün dünya toplumları yeni bir kriz ile karşı karşıyadır. Açıklamalar şüphelere gebe olsa da resmi olarak Aralık 2019’dan beri dünya Covid-19 virüs salgınını deneyimlemektedir. Ülkelerin her gün açıkladığı Covid-19 çeteleleri, toplumların sosyal, ekonomik ve politik yapılarına kendi gerçekliğini dayatmaktadır fakat bu dayatma, kapitalist sisteme teslim olmuş ülkelerin işleyiş sistematiğiyle ters düşmektedir. Covid-19’a karşı gösterilmesi beklenen refleks olarak fiziksel ve sosyal mesafenin sınırlandırılması gerekliliği, kapitalizmin talep ettiği üretim ve tüketim devingenliğine ket vurmakla sonuçlanmaktadır. Dolasıyla salgına karşı devletlerin tedbir almadaki isteklerinde, almış oldukları tedbirlerin dereceleri arasında farklılıklar söz konusu olmakta ve bu farklılıklar ülkelerin özgün salgın hikâyelerini yaratmalarına yol açmaktadır.

Ölümcül bir hastalığa karşı topyekûn savunma mekanizması kurabilmek adına alınan kurumsal tedbirler ve bireysel önlemler, toplumsal eyleyicilerin yaşam biçimlerinde devrimsel nitelikte değişimlere neden olmuştur. Krizler, toplumlar üzerindeki öğreticilik gücünü bu ani patlama durumlarında ortaya çıkarmaktadır. Eyleyicinin, kendisinin ve diğer eyleyicilerin yer aldığı ve Bourdieu’nün ‘alan’ olarak kavramsallaştırdığı toplumsal yaşam içerisinde sürdürülen ‘oyun’ üzerine yeniden düşünmesine yol açmaktadır. Yaşanan çetrefilli süreç, üretim pratiklerinden tüketim pratiklerine, sosyal ilişkilerden sınıfsal eşitsizliğe kadar toplumsal ilişki ağlarının her bir hücresine sirayet etmiştir. Salgının toplumsal alana ne şekilde yansıdığıyla ilgili düşünülmesi gereken birçok konu söz konusudur. Mevcut yazının ilgi odağı da salgının toplumsallığı üzerine yeniden düşünmenin gerektiği durumlardan bir tanesi olan sosyal ve fiziksel mesafenin sınırlandırılabilmesi adına alınan tedbirler kapsamında ve özellikle zorunlu sokağa çıkma yasaklarında daha ağır hissedilen bir konut sunum biçimi[1] olarak apartman tarzı mekânların yapısal özellikleridir.

Sokağa çıkmanın sınırlandırılması hane üye ve üyelerinin ev içerisinde normalden daha fazla vakit geçirme zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Yerel ve küresel izlenimler göstermiştir ki salgın sürecinde,  kentsel yaşamın önemli tüketim pratiği olarak görülen üst üste istiflenmiş beton yığınlarının kamusal alanla olan bağlantısı balkon ve pencereler üzerinden gerçekleşmektir. Hane üyesinin/üyelerinin nefes alabildiği, ev içerisindeki hâkim havadan bir nebze de olsa sıyrılabilmenin yanı sıra konserler, kutlanan milli bayramlar, destek gösterileri ile kamusal olarak görünür olabilmenin bir aracı olarak özellikle balkon kullanımı bu süreçte ivme kazanmıştır.   Deneyimlemeye devam ettiğimiz Covid-19’lu yaşam pratiğinde özellikle balkonun kamusallığa olan katkısının ivme kazanması, dikey yapılaşma üzerinde bir kere daha eleştirel düşünmeyi gerektirmektedir. Tam da bu noktada, çocukluğumun geçtiği müstakil konut mekânlarının olduğu mahallede komşumuz olan ve topumuz evinin avlusuna düştüğünde ‘gidin, hayattan alın’ diyen Şaziye ablanın avluya bahşettiği o anlamlı kavramı yeniden düşünme fırsatı buldum. Apartman tarzı konut mekânları, merkezi ısıtma sistemleri, temizliğin daha pratik olması, kentsel bir yaşam formunu yansıtması nedeniyle toplumsal bir statü göstergesi olarak algılanması gibi birçok fonksiyonel özellikleriyle ön plana çıkmaktadır fakat apartman tarzı mekânlar mimari özelliklerinden dolayı avludan yoksun mekânlardır. Şaziye ablanın avlu için kullandığı kavramdan yola çıkacak olursak apartman mekânları hayatsız kalmıştır. Kamusal alanla olan ilişkiselliği belirli mesafede tutma adına evde kalma pratiği,  sokağa açılan kapının unutulmaya mahkûm olmasıyla birlikte belirli bir metrekare içerisinde dönüp duran hane üyelerinin varsa balkondan yoksa da maksimum derecede pencerelerden yararlanma çabası apartman konut mekânın yapısı üzerinde büyük bir açmazı belirgin kılmıştır.

Yaşam mekânını tercih ederken konfora olan düşkünlüğümüz doğal yaşamla olan bağımızı sınırlandırmıştır. Mimariyi etkisi altına modernite birim alandan en iyi şekilde faydalanmak adına ön plana çıkardığı dikey yapılaşmanın bir örneğini teşkil eden apartman tarzı konut mekânları, geleneksel müstakil konut mekânlarının sahip olduğu avlu, bahçe gibi fonksiyonları yok etmiştir. Covid-19 salgının yaratmış olduğu kriz, konut mekânı üretiminde yaşanan değiş tokuşun, insan yaşamının doğallığını nasıl zedelediği bir barkevizyon gösterisi olarak önümüzde durmaktadır. Mekânın Üretimi’nde kentsel mekâna dair düşünmenin uzmanlaşmanın kibrine hapsedilmemesi gerektiği ödevini veren Lefebvre’den hareketle salgının yarattığı krizden dikey yapılaşmanın payına düşen tarafıyla ilgilenmede sosyologların, mimarların, plancıların, mühendislerin… özetle kentsel mekana dair düşüncesi olan her meslek grubunun dirsek temasına ihtiyaç doğmaktadır. Disiplinler arası dirsek temasının sorunsal kümesinin en önemli maddesi ise kapitalist üretim sisteminin sınırsız sermaye birikim istemidir. Piyasanın daha çok kar elde etme mantığı, konutun insani yaşam değerinden ziyade piyasadaki ederinin maksimumunu hedeflemektedir. Haliyle dikey yapılaşma üretim maliyetleri nedeniyle yatay yapılaşmaya oranla daha cazip konum elde etmiştir. Bu nedenle disiplinlerin önünde kentsel yaşamın kritik olgularından bir tanesi olan demografi gerçekliği gözden kaçırılmadan geleneksel konut mekân yapısının doğal yaşamla olan bağlantısını sağlayan değerlerin yeniden yaşatılabilmesi sorunsalı çözümler üretmemizi bekliyor. Pandemi, bizlere, daha fazla kar elde edemediğinde solunum sıkıntısı çeken kapitalist sistem ile bir kez daha yüz yüze getirmiş ve bu sistemin sınır tanımaz devingenliğine irade gösterme fırsatı sunmuş durumdadır. İrade gösterme, yapı-eylem ilişkiselliği bağlamında, tüketicilerin konut mekânından talep ve beklentilerini yeniden gözden geçirmekle doğrudan bağlantı içerisindedir. Sözün sonunu Mahatma Gandhi’nin şu sözleriyle tamamlamak anlamlı olacaktır: “Dünya herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar zengindir, hırsını karşılayacak kadar değil.”











[1] (Tekeli, 2010)


Hiç yorum yok

Merhabalar

Blogger tarafından desteklenmektedir.